Bilenler elbet vardır da azdır, biz de sözlüklerden öğrendik ne demek olduğunu. Açıklayacağız ama önce nerede geçtiğine, nasıl geçtiğine bir göz atalım isteriz. Bir göz atalım da yaranın ta nerelere işlediğini ve de nasıl onulmaz olduğunu bir görelim. Bir şiirde, bir dörtlükte geçer bu 'hazele' kelimesi. Günümüzden tam iki yüz altmış yıl önce yazılmıştır bu dörtlük: 'Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele/ Devleti çerh-i denî virdi kamu mübtezele/ Şimdi erbab-ı sa'adetde gezen hep hazele/ İşimüz kaldı bizüm merhamet-i Lem-yezel'e'

Hazele, anlaşılmıştır az çok, ama yine de yazalım, alçak, rezil, sefil, dönek, savaştan kaçan anlamlarına gelir. Bunu yazdıktan sonra da dörtlüğün anlamını bugünün kelimeleriyle verelim de konuya öyle geçelim: "Bu dünya yıkılıyor, bizde düzeleceğini sanma. Alçak felek, devleti bütün alçak kişilerin eline verdi. Şimdi mutluluk yolunda gidenler, hep bayağı kişiler. İşimiz Tanrı'nın acımasına kaldı."

Bu dörtlüğü yazan sıradan birisi hele de devlet karşıtı ya da muhalifi değil, tam tersine devletin başı, daha da ötesi devletin sahibidir. Osmanlı padişahı Sultan Üçüncü Mustafa'dır. 1757'de tahta geçer, 1774'de o talihsiz Kaynarca Antlaşmasının imzalanması sonrası Rusların Pazarcık'taki katliamlarını duyunca, felç geçirir ve genç yaşta ölür. Daha tahta geçtiği gün koymuştur teşhisini ya da daha önce, veliahtlığında koymuştur da tahta geçer geçmez de şiire dökmüştür.

Ben bu şiire, bu dörtlüğe hep insan sermayesindeki yetersizlik daha doğrusu insan unsurundaki bozulma, tefessüh açısından bakarım. Devletin ya da herhangi bir kurumun başında hangi inanışın değil hangi kalitenin varlığıdır asıl sorulması ve sorgulanması gereken. Ne yazık ki bizim toplum olarak asıl gözardı ettiğimiz de budur zaman zaman. Bizim oğlanın kalitesi hiç önemli değildir bizler için, bizim oğlandır ya, yeter. İsterse Sultan Üçüncü Mustafa'nın yakındığı hazele tayfasından olsun.

Sadece Sultan Üçüncü Mustafa mı felç geçirir, halefi Sultan Birinci Abdülhamit de Rusların Özi'deki katliamını haber alınca o da felç geçirir ve tahta Üçüncü Selim geçer. Üçüncü Mustafa'nın oğludur. O da Ruslarla yapılan savaşlardaki yenilgilerden yakınır, 'yol, erkan bilmez bir alay yağmacı makulesi olup düşman karşısında etmedik fenalık komayorlar; böyle sefer mi olur. Düşmandan intikam almaya böyle mi çalışulur?' diye yakınır askerin hali perişanından. Ona göre 'düşmandan intikam alınmadıkça kılıç kınına girmemelidir.' Bunun için 'gece ve gündüz ağlayup Ya Rab beni rüsvay-ı cihan edüp kafire mağlûb ve perîşan etmeden ve zamanımda ümmet-i Muhammed'in böyle perişanlığını görmeden, beni bir iki gün önce helak eyle' diye dua eder.

Üstelik o sefer öncesi devlet erkanı gelip 'nefesi keskin hocaların İstanbul'daki Selaattin camilerinde altı ay müddetle yirmi dört saat Kur'an okuması' için akça tahsisi istemişler, o da yeterli akçayı tahsis etmiştir amma bizim 'yol, erkan bilmez bir alay yağmacı makulesi' ordumuz Ruslara yenilmekten bir türlü kurtulamamıştır. Devlet erkanının ikinci bir altı ay için akçe istemesi üzerine telhisin kenarına yazdığı not aynen şöyledir ve ibretliktir: 'Bilmem hulûs(samimiyet) ile mi kıraat olunmuyor(okunmuyor), yoksa erbabına mı tesadüf olunmuyor ki bir semeresi müşahede olunamıyor(faydası görülmüyor.) Hoş imdi yine altı mah(ay) okunsun, akçesi darphaneden verilsin. Akçe ile olan dua böyle olur.'

Osmanlı, kurulurken de yükselirken de yıkılırken de ne dersler bıraktın bize ama anlayan nerede? Daha doğrusu ders çıkarmak isteyen kim? Senden günümüze ders değil saplantılarımıza destek bulmaktır sana olan tüm ilgimiz. Sadece bilgi değil aynı zamanda samimiyet noksanı da söz konusudur bu ilgide.