İki adam, iki kaçkın; öyle beribenzer kaçkın da değil, Milli Mücadele kaçkını iki adam. Kadın erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı yorgun ve yoksul bir millet siperlerde ölüm kalım savaşı verirken biri geçit vermez dağlar arkasındaki köyünde öbürü boğaza nazır köşkünde. Biri elde silah çevre halkını soymakta öbürü elde kalem fetvalar bildiriler yazmakta, vatanı peşkeş çekmekte. İkisinin de muhatabı İngilizler; birinin bildirisini uçaklarla dağıtmakta, öbürünün mektubunu arşivlerde saklamakta.

Biri okuryazar bir gafil, öbürü okuma yazma bilmez bir cahil; benzerlikleri devlet ve millet karşıtlığı; biri Milli Mücadele gibi bir namus davasına açıktan karşı, öbürü Milli Mücadele'nin kurduğu Cumhuriyet'e asi.

Eli kalem tutan kah fetva yazıyor başkaları imzalıyor kah bildiri yazıyor İngilizler dağıtıyor. Nasıl dağıtmazlar ki, o bildiride elde silah vatanı savunanlara 'Harpte yenildikten sonra uslu oturmak ve yenilginin sonuçlarına katlanmak' önerilmekte ve Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Bekir Sami beylerin isimleri verilerek askerlere 'Siz Allah'ın emrine, halifenin fermanına ittibaen bu canileri, bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla yüklüsünüz… Bunların vücutlarını külliyen dünyadan kaldırmak insanlık için, Müslümanlık için bir farz olmuştur' deniliyor.

Eli silah tutan da kendi yazamasa da adamına mektup yazdırıyordu İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na ve kendi devletini canilikle suçlayarak şikayet ediyordu. Kendisine bir de 'general' rütbesi uydurmuştu. İngiliz bakana 'en derin saygılarını sunduğu' mektubunu 'Dersim generali' diye imzalıyordu.

Eli kalem tutan Milli Mücadele'ye karşıydı, eli silah tutan ise Cumhuriyet'e. Eli silah tutan eli kalem tutanın vatandan kaçmasından on beş yıl sonra başkaldırdı devlete. Aslında ondan da önceydi sağa sola saldırması, masum halkı soyması, hanelerini yakıp yıkması, karşı çıkanı öldürmesi ve devlete isyanı, ta Osmanlı dönemine dayanırdı. Ama onlar ufak tefek kalkışmalardı, yerel çapulculuklardı; 1937'de soyunduğu ise devlete isyandı. Yıllarca soyduğu ve kul niyetine kullandığı yöre halkının kulluktan vatandaşlığa geçmesine, yol ve geçit vermez dağların yollarla aşılmasın, hırçın derelerin köprülerle geçilmesine, okullarla medeniyetin gelmesine isyandı eylemi.

Eli kalem tutan Milli Mücadele'nin zaferle sonuçlanması üzerine yad ellere kaçtı, kelleyi kurtardı. Eli silah tutan ise kaçamadı, yakalandı ve asıldı. Vatanseverler tüm hesapları bozmuştu ama o namus mücadelesinin üzerinden daha bir asır geçmeden varlıklarını o mücadeleye ve o mücadelenin eseri Cumhuriyet'e borçlu olan evlatlarının 'hain, asi ve işbirlikçilikleri tescilli' kimseleri anacaklarını, adlarını Cumhuriyet'in eğitim kurumlarını vereceklerini düşünmemişlerdi. Nasıl düşüneceklerdi ki?

Hainler ve gafiller her devirde ve her toplumda olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Ama hiçbir toplumda kahramanlar cehaletin, gafletin ve ihanetin tezgahında paramparça edilirken hainler böylesine alkışlanmamış, yüceltilmemiş hele de hiçbir şekilde böylesine kutsanmamıştır. Kahramanlarına sahip çıkamayanların hain ve işbirlikçilerini, devlet asisi ve millet düşmanlarını adeta tapınırcasına sahiplenmeleri, dün adına değil ama gelecek adına oldukça vahimdir. Dün başarılı olamayan ihanetin, bu kafa ve bu gidişle yarınlarda yeniden hortlamayacağını kim garanti edebilir.

Adlarını mı merak ettiniz, unutmadık, söyleyecektik zaten, söyleyelim: Eli kalem tutanın adı Mustafa Sabri, eli silah tutanın ise Seyit Rıza'dır. Yazıklar olsun birinin adını Cumhuriyetin okuluna verenlere, yazıklar olsun öbürü için anma töreni düzenleyenlere.