O destan, zamanenin fabrikasyon boyalarıyla değil şehit ve gazilerin kanıyla yazıldı, silinmez. Tarihte yerini çoktan aldı, unutulmaz, unutturulamaz; sen hatırlasan ne hatırlamasan ne? O zaferi gökte ecdat kutlamış; sen kutlasan ne kutlamasan ne?

Ne hikmetse hep bir bahane zuhur ediyor her 30 Ağustos öncesi. Sadece 30 Ağustos değil, zaman zaman 29 Ekim de, 19 Mayıs da, 23 Nisan da yaşıyor benzer bir talihsizliği. Hain emellerin, kirli ellerin patlattığı bir kanlı bomba gerçi açılışlara engel olmasa da Milli Mücadele'den günümüze devreden milli bayramların kutlanmasını ya tamamen engelliyor ya da bir salona hapsediyor.

30 Ağustos, bir yokluk ortasından bir ebedi devlet, bir sonsuz özgürlük ve bir milli bağımsızlık çıkararak bir destanın şanlı bir sayfasıdır. Kendisinden önceki destanların sonuncusu, kendisinden sonraki destanların da öncüsüdür. Akdeniz ilk hedeftir ve kahramanlar ordusu dokuz günde o hedefe dikmiştir Türkün bayrağını. Bir sonraki hedef 'muasır medeniyetler aleminin en önüne geçmektir' ve o hedef hem çok yakın hem çok uzaktadır. Bir ve beraber olursak, birbirimize inanır, bilimi rehber edinir ve gereğince çalışırsak; sandığımızdan da yakındır. Ama her geçen gün biraz daha ayrışır, her geçen gün birbirimizden biraz daha şüphe duyar olursak, bilime sırtımızı döner, alın terimizle üretmek yerine el parasıyla tüketmeyi tercih edersek o hedef bir daha asla ulaşamayacağımız kadar uzağımıza düşer.

Bir önceki paragrafta 'bir yokluk ortamından' dem vurdum. Edebiyat değil, gerçek bir yokluk ve yoksulluk. Para yok, silah yok, malzeme yok, yol yok, kışla yok, araç yok, elbise yok. Yok oğlu yok.

O günlerde Ankara'ya gelen bir yabancı gazeteci, ülkesine gönderilmek üzere şöyle bir telgraf yazar: 'Ankara dağlar arasında bir bataklıktır. Bu bataklığın içinde bir yığın kurbağa başlarını havaya kaldırmış, durmadan ötüp durmakta ve dünyaya meydan okumaktadır.'

Budur, o günlerde 'düvel-i muazzama', bugünlerde 'süper güç' dediğimiz Batının bize bakışı. Ama o telgraf öyle gitmez. Hamiyetperver ve milliyetperver eller o telgrafı 'Ankara bozkırlar ortasında bir yüksek yayladır. Orada bir grup inanmış insan bağımsızlık için dünyaya meydan okumaktadır' diye değiştirir.

Ankara'ya gelen Fransızlar, bizim her biri başka yörenin kıyafeti ya da nerede ne bulduysa üstüne geçirdiği yırtık pırtık elbiseler içindeki askerlerimizi gördüklerinde; onları çete sanırlar, düzenli orduyu ararlar. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, 'Hayır, onlar çete değil askerlerdir. Üzerine giydikleri bizim üniformalarımızdır' der. Yırtık pırtık giysilere üniforma itibarı kazandıran Mehmetçikten giydiği üniformayı çul derekesine düşüren subaya, komutana mahkûm olmak bu muhteşem ordunun alın yazısı olmamalıydı.

Uzatmayacağım, sadece bir örnek vereceğim ve bir anekdot aktaracağım: Büyük taarruz öncesi Yunanlıların elli uçağına karşılık bizim sadece iki uçağımız vardır. Birini bir vatansever, bir hamiyetperver vatandaşımız İtalya'dan satın alıp getirmiş, bir diğeri de yanlışlıkla bizim tarafa inen Yunanlılardan zapt edilmiştir.

Genelkurmay, Maliye Bakanlığı'ndan on otomobil ister. Makam aracı olarak değil, savaşta kullanılmak için, İzmir'e gidecek askeri ve cephanesini bir cepheden bir cepheye nakletmek için Maliye Bakanlığı cevap verir: 'İhtiyaç duyduğunuz on otomobil, İzmir rıhtımında hazırdır. Alınması…' Bu asker Afyon-İzmir arasını yayan yapıldak, dağ bayır aşarak ve işgalci düşmanı da önüne katıp süpüre süpüre dokuz günde aştı.

Aracı yoktu, ama imanı tamdı. Milli Mücadele imanla aklın aynı amaçla birleşmesinin eşsiz bir destanıdır. Sen okusan ne okumasan ne? Sen ansan ne anmasan ne? O destan tarihin şeref defterine şehitlerin kanıyla yazılmıştır. Silemezsin, silinmez.

30 Ağustos, Türk milletine kutlu olsun…