Dünkü yazımızı 'Bir de şu 'Misak-ı Milliye ihanet' isnat ve iftirası, yalan ve yanlışı var ki akıllara ziyan. Bir insanı, bir kadroyu kendi yazdıkları, kabul ve ilan ettirdikleri milli hedefe ihanetle suçlamak hangi aklın, hangi vicdan ve hangi insafın eseridir? Onu da yarın yazarız kısmet olursa.' diyerek bitirmiştik.

Lafı dolandırmadan söyleyelim; Misak-ı Milli İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'da kabul ve dünyaya ilan edilmiştir ama yazılmasından taşınmasına, okunmasından ilanına kadar tamamen Ankara'nın eseridir. Yazanlar, İstanbul'a götürenler, okuyanlar, oylayıp kabul edenlerin hepsi de Mustafa Kemal Paşa'nın etrafında toplanan Kuvayı Milliye mensuplarıdır. Ali Fuat Cebesoy'dur, Yusuf Kemal Tengirşek'tir, Hamdullah Suphi Tanrıöver'dir, Hüseyin Rauf Orbay, Kara Vasıf Bey ve diğer inanmışlardır. Yazdıran da Mustafa Kemal Paşa'dır.

Osmanlı'nın son Meclis-i Mebusan'ı seçimden sonraki ilk toplantısını 12 Ocak 1920'de İstanbul'da gerçekleştirir. Seçilenlerin ve katılanların sayısı tartışmalıdır. İlk celsede 72 milletvekili yemin eder, daha sonra bir grup milletvekili daha yemin eder. 120-130 kadar olduğu bildirilen milletvekilinden 80 kadarı Kuvayı Milli mensubudur. Mustafa Kemal de seçilmiş ancak İstanbul'a gitmemiştir. İstanbul'a gidenler kısa zamanda Felah-ı Vatan(Vatanın kurtuluşu) adı altında teşkilatlanırlar. Misak-ı Milli ilk defa bu grupta, daha sonra da Meclis-i Mebusan'ın 28 Ocak'taki gizli celsesinde kabul edilir. Açık celsede kabulü 17 Şubat'taki on birinci celsededir. Ankara'dan Trabzon Mebusu Hüsrev Gerede'nin İstanbul'a getirdiği metni Edirne Mebusu Şeref Bey okur, meclis büyük bir coşkuyla ve oy birliğiyle kabul eder.

Altı maddedir Misak-ı Milli; ilk maddesi vatan sınırlarını belirler. 'Adli, idari ve mali tam bağımsızlığı' vurgulayan altıncı maddesi de en az sınırları belirleyen birinci madde kadar önemlidir ama nedense kimse o altıncı maddenin yüzde yüz, birinci maddenin de yüzde doksan gerçekleşmesinden dolayı Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına teşekkür etmez. Ama belli bir grup Musul ve adalardan dolayı onu ve arkadaşlarını Misak-ı Milliye ihanetle suçlar! Kaldı ki 'adalar' Misak-ı Milli sınırları içinde değildir, onlar Mondros'tan çok önce kaybedilmiştir.

Sorun bilgisizlikten ziyade tarihin tahrifatındaki sahtekarlık ve utanmazlıktadır. Milli Mücadele'ye karşı çıkanların, İngiliz işbirlikçisi ve muhiplerinin, ayrılıkçıların, Sevr imzacılarının etnik ya da fikri torunları ve takipçilerinin cepheden cepheye koşarak ve düşmanla en umutsuz günlerde en elverişsiz şartlar altında yiğitçe vuruşanları suçlamaya kalkmasındaki utanmazlıktadır. Ve de devlet ve siyaset adamlarının bütün bilgi ve belgeler ellerinin altında olmasına ve çoğunluğu da her şeyi bilmesine rağmen üç beş oy hesabına bu isnat ve iftiralara sessiz kalmalarında hatta şu veya bu şekilde destek olmalarındadır.

Barzani soytarılığı karşısındaki açmazımız, Milli Mücadele kadrosunun yedi düvel karşısında nasıl bir mücadele verdiklerini ve ne muhteşem bir zafer kazandıklarını umarım herkese yeterince anlatan bir deneyim olacaktır.

Onlar inandılar, savaştılar, kazandılar ve bize üzerinde yüz yıldır hür ve müstakil yaşadığımız bir vatan bıraktılar. O vatanı torunlarımıza bütün olarak devretmek de bizim sorumluluğumuzdur. Tarih bizi sınıyor. Umarım bu sınavdan yüz akıyla çıkarız.