Yok; bir yere gideceğim yok; bu topraklarda doğdum, bu topraklarda yaşıyorum, kalan ömrünce de bu topraklarda yaşayacak ve bu topraklarda öleceğim. 'Nerede yaşasam acaba?' demem bir arayışın değil, toplumu kuşatan aptal televizyon programlarına isyanın dile gelişi.

Dış politika, hangi ideolojiye inanırsak inanalım, hangi dini ve sosyal gruba/cemaate mensup olursak olalım ve hangi partiye oy verirsek verelim bizim ortak paydamız olmak durumunda. Dış politika üzerinden iktidarı sıkıştırmak ya da muhalefete darbe indirmek kısa vadede birilerine kar sağlasa da uzun vadede herkese zarar verir. Ne yazık ki, bu yalın gerçek siyasetçiler tarafından bir kenara bırakılıyor ve dış politik söylemler iç politikada oy devşirme aracı olarak kullanılıyor.

Sadece birbirimizle kavga etmiyoruz, tarihimizle de kavgalıyız, tarihimizi de kavgamıza alet ediyoruz. Devlet ülkenin güneyinde küçük ölçekli de olsa bir sıcak çatışmanın içinde. Bugün için ölçeği küçük bu sıcak çatışmanın, ama her an üzerine benzin dökülmüş kor ateş gibi birden parlayıp tüm bölgeyi ve tüm ülkeyi sarabilir. Böyle bir ortamda hepimizin ortak kavramlar etrafında kenetlenmesi gerekirken tam tersine tarihin kavgasıyla ayrışıyoruz. Misak-ı Milli ve Lozan, bugünlerde bizi ayıran değil birleştiren araçlar olarak ele alınması gereken tarihi unsurlarımız. Ne yazık ki tersi oluyor.

Lozan'a giderken kaç kilometre toprağa sahip olduğumuz bile tartışma konusu yapılıyor? Kimileri 4 milyon kilometrekareye yakın bir topraktan bahsederek ve 780 bin kilometrelik bugünkü büyüklüğümüze bakarak Lozan'ı yerden yere vuruyor, en azından başarı değil demeye getiriyor, diyor da. Kimileri de Sevr'in kapitülasyonlara teslim olmuş 350 bin kilometrekarelik coğrafyasından hareketle Lozan'ı daha büyük ve bağımsız bir Türkiye'ye atılan imza olarak başarılı buluyor ve alkışlıyor.

Sahi biz ne zaman 4 milyon kilometre idik ve bu toprakları nerede ve nasıl kaybettik? Lozan'a gittiğimizde o topraklar elimizde miydi, değilse hangi gafletler ve hangi ihanetlerle elimizden çıkmıştı? Lozan'da o toprakları alma imkanımız var mıydı? Mondros'un, Sevr'in Türkiye'si nasıl bir Türkiye idi? İstanbul kimin askerleri tarafından işgal edilmiş, Meclisi, ordusu ne zaman dağıtılmış, kaleleri ne zaman işgal edilmiş, tersanelerine ne zaman girilmişti?

Sayın Cumhurbaşkanı'nın ifadesiyle 'Lozan kutsal metin değil, Lozan konuşulmaz değil'; konuşulur, konuşulmalı da. Hatta sadece Lozan, sadece Mondros ve Sevr değil, Karlofça da, Pasarofça da konuşulmalı. Yetmez, Küçük Kaynarca, Paris ve Berlin antlaşmaları da, diğer tüm anlaşmalar da konuşulmalı, tartışılmalı. Ama siyaset meydanlarında değil Hariciye'nin ve Harbiye'nin kütüphanelerinde, değerlendirme masalarında ve üniversitelerde. Geçmişe saldırmak için değil geçmişten ders alarak geleceğe yön vermek için.

Türk Devleti'nin, Ermeni sorunu yabancı siyasetçiler tarafından her dile getirilişinde 'Tarihi tarihçilere bırakınız' diyen haklı ve doğru bir söylemi vardı, hala da var. Yabancının uymasını istediğimiz kurala kendimiz uyduğumuzda inanın birçok sorun kendiliğinden yok olacaktır.

Televizyon programlarından da bahsedecektim. Yer kalmadı. Bir başka yazıda değiniriz o konuya da tabii kısmetse eğer.