Nusret Sağlam ve Hayati Kaynar uzun bir süreden beri yazıp duruyor.
Her ikisi de Samsun'un ülkeye açılan yeni yüzü Atakum'da oturuyor.
Nusret Sağlam ilçede her geçen gün biraz daha artan 'gürültü
kirliliğinden' mustarip, Hayati Kaynar ise 'gençleri hedef alan' madde
bağımlığından ve alışkanlık yapan maddelerin pervasızca
pazarlanmasından. Her ikisi de oldukça inatçı, yazmakla yetinmiyor,
ilgili ve yetkili tüm makam sahibinin kapısını çalıyor, bildiklerini,
gördüklerini, yaşadıklarını oldukça detaylı bir şekilde anlatıyorlar.
Ama hayret; hiçbir sonuç alamıyorlar. Feryatları gürültüye kurban
gidiyor.
Nusret Sağlam benim arkadaşım; bakmayın siz bu yazıda adını soyadını
yazdığıma, ben ondan ilerleyen yaşına rağmen hala genç kalma gayretine
kinaye 'İhtiyar' diye bahsederim. Bu yazı bir arkadaşın derdiyle
dertlenme yazısı olarak da algılanabilir ama değil. Çünkü Nusret
Sağlam'ın derdi aslında bireyin derdi değil toplumun derdi ya da en
azından öyle olması gerek ve ben olaya o yönüyle yaklaşıyorum. Hele de
Hayati Kaynar'ın anlattığı, yakındığı ve kendisine dert edindiği
uyuşturucu madde ticareti, o yaşta çocuğu olan ya da olmayan ama bu
ilçede, bu kentte ve bu ülkede yaşayan herkesin derdi olmasını
gerektiren bir felaket.
Bir kişinin derdini toplum olarak dert edinmediğimizde; bilelim ki o
çok kısa zamanda hepimizi bizar eden bir ortak dert haline gelecektir.
Hem de kronikleşmiş ve tedavisi artık imkansızlaşmış ya da en azından
oldukça zorlaşmış olarak. Birimizin derdini hepimiz dert edinmek
zorundayız. Biz başkasının derdini kendimize dert edinmediğimizde
yarın bizim derdimizi dert edinecek kimse bulamayız. Tıpkı Hitler
Almanya'sında her tutuklamaya kulağını tıkayan, gözünü kapayan papazın
öyküsünde olduğu gibi. 'Önce bir Yahudiyi aldılar, aldırmadım, Yahudi
değildim. Sonra bir komünisti alıp götürdüler, görmezden geldim, ben
komünist değildim. Daha sonra sosyal demokrat bir komşumu, ondan sonra
da muhalif bir arkadaşımı aldılar. Her ikisinde de sessiz kaldım,
feryatlarını duymadım, çünkü ben ne sosyal demokrattım ne de muhalif.
Beni almaya geldiklerinde, artık benim sesimi duyacak ve bana yardıma
gelecek kimse kalmamıştı' diyen Alman papaz misali.
Dünün 'sakin bir hayat ve tatlı bir huzur' için tercih edilen yazlık
beldesi Atakum artık Samsun'un eğlence, yeme içme ve gezi ya da moda
deyimiyle turizm merkezi. Gürültü kirliliği ve sokakları, meydanları
çöplük gibi kullanma alışkanlığımız bu güzelliklere gölge düşürüyor,
bir tatlı huzur yerine bir dayanılmaz huzursuzluk kaynağı oluyor.
Atakumlular ve Atakum'u yönetenler bir tercihle karşı karşıyalar;
Atakum ya işi baştan sıkı tutacak ve gürültüsünden atığına, atığından
uyuşturucusuna kadar tüm kirliliklerden arınmış bir örnek kalkınma
gerçekleştirecek ya da betona ve her türlü kirliliğe kurban bir kent
olacak. Neyi tercih ettiğimizi ağzımız değil tavrımız, kirliliğe karşı
çıkan bireyin derdini ortak dert kabul edip etmememiz belirleyecektir.
Ne dersiniz şu bizim İhtiyar'ın derdi bireysel bir dert mi yoksa
toplumsal bir dert mi? 'Bana ne' deyip aldırmayalım mı yoksa 'Bana da
bize de dert' deyip aldıralım mı? Sahi ne dersiniz? Sizin kararınız ne
olacak bilmiyorum ama benim kararım net: Bizim İhtiyar'ın derdi benim
de derdim. Çünkü o gürültü kirliliği bireysel bir dert değil toplumsal
bir dert.