Siz 'hamama girerken peştamalın ucuna küçük ziller takmak' zorunda
olanları, 'çekirge şeyhlerini' duymuş muydunuz? 'Bir otomobilin
Adana'dan Ankara'ya üç dört ayda nasıl gönderildiğini' ya da 'tahsisat
olmadığı için Adana'dan Ankara'ya iki amme şahidini gönderemediği'
için İstiklal Mahkemesi'nde yargılanıp mahkûm olan valinin hikayesini
bilir miydiniz? Ve de kendisine 'Ne iş yaparsın?' diye sorulan Türk
köylüsünün verdiği cevabı. Daha birkaç gün öncesine, bir ünlü devlet
ve siyaset adamının yeni yayınlanan hatıralarını okuyuncaya kadar ben
de duymamıştım, ben de bilmezdim.
Hilmi Uran 1908 ile 1950 arasında kaymakamlık, mülkiye müfettişliği,
valilik, milletvekilliği, nafıa(bayındırlık), adalet ve içişleri
bakanlığı, TBMM Reis Vekilliği yapmış bir ünlü devlet ve siyaset
adamı. 'Anıları 'meşrutiyet, tek parti, çok parti hatıralarım' adı
altında İş Bankası tarafından yayınlandı. Rahat okunan yalın bir
üslubu var. Küçük küçük olayları büyük bir içtenlikle anlatıyor.
Anıları okurken, insan gülmekle ağlamak arasında gidip geliyor.
Bazılarında da gülmek mi gerek yoksa ağlamak mı, karar veremiyor.
O yıllarda yani 1900'ün ilk onlu yıllarında çekirge en büyük afettir
köylüler için. Bir engellenemez düşman istilasıdır. Bulutlar halinde
gelir, konduğu tarlaları, bahçeleri tarumar eder. 'Çekirge şeyhleri'
kurnazlar; çekirge uğrayan yerlere değil uğramayan(uğramayacak olan ya
da öyle olduğunu düşündükleri) yerlere giderler, ellerinde şişeler
dolusu suyla. Sular güya okunmuştur; kondukları tarlalara çekirge
uğramaz. Çeşme'ye de gelecektir bu sahte şeyhlerden ikisi; hem de
ellerinde referans yazılarıyla.
Osmanlı, giyim kuşam konusunda çok titizdir. Herkesin giyeceği kıyafet
bellidir. Kimse kendisi için konan kuralların dışında giyinemez.
Milliyetler ve meslekler giyim kuşamla belirlenir. Özellikle gayrımüslimlerin Müslümlerden ayrılmasına çok dikkat edilir. O kadar ki,
Hilmi Uran'ın anlattığına göre, hamamda tek peştamalla dolaşan gayrımüslimlerin 'konuşmadan tanınabilmeleri' için peştamallarının ucuna
küçük ziller takmaları zorunludur.
Hilmi Uran Birinci Dünya Harbi'nin sonlarına doğru bir ara Mülkiye
müfettişi olarak Kars'a gider. Ailesini İstanbul'da Haseki'de bir kira
evinde bırakır. Meşhur Haseki yangınını Kars'a atanan bir subaydan
öğrendiğinde telaşlanır. İstanbul'a, teftiş kurulu başkanlığına askeri
telgraf hattından ulaşarak ailesinin ahvalini sorar. Birkaç gün sonra
teftiş kurulu başkanından şu telgraf gelir: 'Eviniz yanmıştır. Eşyanız
kısmen kurtulmuştur. Aileniz sıhhattedir. HUSUSİ İŞİNİZ İÇİN
ÇEKTİĞİNİZ RESMİ ŞİFRE PARASINI ÖDEYİNİZ…' ( Bu telgrafı gönderen
teftiş kurulu başkanı Hamit Bey, sanırım Deli lakabıyla meşhur Kapancı
Hamit Beydir. Deli Hamit Bey daha sonra İçişleri Bakanlığı
müsteşarlığına kadar yükselecek, Atatürk'ün ismen istemesinden sonra
da 'Vatan için gerekliyse nahiye müdürlüğü bile şereftir' diyerek
Haziran 1919'da Samsun mutasarrıflığı görevine gelecektir. Nurlar
içinde yatsın. O.K.)
Hilmi Uran, İstiklal Mahkemesi'nde de yargılanır ve mahkûm olur. Hem de
o mahkemenin savcısı ta gençliğinden beri çok yakın arkadaşı olan
Mustafa Necati Beydir. Mahkemeye çağrılması ve mahkûmiyet gerekçesi
de ilginçtir. Mersin'de işlenen bir suçun sanıklarının Ankara İstiklal
Mahkemesi'nde yargılanması sırasında, Adana'da yaşayan iki kişinin
'amme şahidi' olarak dinlenmesi gerekir. Ankara'ya gitmek için
şahitlerin parası, göndermek için de Adana Cumhuriyet Savcılığı'nın
ödeneği yoktur. Ankara şahitleri, Adana ise yolluk ister. Ankara'dan
yolluk gelmez, Adana'dan şahitler gitmez. Ama ikinci yazışmadan sonra
Hilmi Uran'ın mahkemeye celp yazısı gelir. Devletin valisi mahkeme
kararını uygulamadığı için yargılanacak ve para cezasına mahkûm
olacaktır.
Aslında Antalya Valiliği'ne bağışlanan otomobilin hikayesini de,
Çeşme'deki pire istilasını, muhacirlerin perişan halini de aktarmak
isterdim ama yer kalmadı. Sadece son bir alıntıyla yetineceğim. Hilmi
Uran, Çeşme Kaymakamı iken İttihat Terakki'nin güçlü ismi Doktor
Nazım'la bir vatandaş arasında geçen bir konuşmayı nakleder. Doktor
Nazım vatandaşa 'ne iş yaptığını' sorar. Vatandaşın cevabı üç
kelimeliktir ve Türkün bu vatandaki bin yıllık kaderinin ve görevinin
harika bir özetidir: 'Askere gider, gelirim…'