Ne kadar anlamsız hatta ne kadar yabancıydı ölüm bana bir zamanlar.
Gençlik rüzgarlarının başımda ıslık çaldığı cehalet günlerinde yaşamın
anlamı yoktu ki ölmenin anlamı olsun. Zaman, insanın direncini içten
içe çürüten rutubet mi yoksa insani duyguları besleyen bir nimet mi,
su mu? Hissiz, duyarsız gençlik hamlığının zaman içinde acılarla
pişmesi, olgunlaşmasıdır bir yerde bizi insan yapan.
Yaşadığım onca yıldan ve gördüğüm onca acılardan, döktüğüm onca
gözyaşlarından sonra, ölüm artık çok aşina bana. O giderek daha bir
yaklaşıyor ve ben giderek daha fazla insanı, daha fazla sevdiğimi onun
kollarına teslim ediyorum. Onun kararlılığı ve kaçınılmazlığı
karşısında artık daha kısa aralıklarla ve daha sık saf tutuyorum
musalla taşının karşısında.
Yahya Kemal, 'Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor/Lakin vatandan
ayrılışın ıstırabı zor' derken; yaşanmış ve tüketilmiş hayatın
sonundaki ölümün tesellisini dillendirir. Yunus Emre ise yaşanmamış
bir hayatın, tadına doyulmamış bir gençliğin 'biçilmiş gök ekin'
misali tükenmişliğine yanar' Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür
özüm/ Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi' diyerek. Gök ekin,
taneye, berekete durmuş ama henüz olmamış başak. Ah o berekete
durmuşken biçilen başak, ah; nasıl yanmaz insan olanın içi, nasıl
göyünmez özü?
Çocukluğumdan itibaren -başlangıçta pek anlamasam da pek bir anlam
yükleyemesem de- hep büyüklerin 'sıralı ölüm' temennisini dinledim.
Epeydir her kaybın sonunda ben de 'sıralı ölüm' temennisiyle
yakarıyorum Cenab-ı Hakk'a. 'Yüce Allahım, sıralı ölüm ver ve kimseyi
evlat acısıyla imtihan etme.'
Son iki günde üç dostun üç sevgilisini yolcu ettik Hak dünyaya.
Gidenlere sonsuz rahmetler, kalanlara sabırlar diliyorum. Başka ne
gelir ki kulun elinden?