Aysun Gültekin geç tanıyıp bir türlü vazgeçmediğim ve asla vazgeçmeyi düşünmediğim bir muhteşem sesin sahibi. Tüm türküleri güzel okuyor ama Erzurum ve Erzincan’ı bir başka okuyor. Erzurum türküsünde geçer kenger. “Yüce dağ başına çadır açarım/ Kahve bulamazsam kenger içerim” diye.

Bir yaban bitkisidir kenger, dağlarda kendiliğinden yetişir. Nisan sonu ya da mayıs başlarında körpedir, tazedir, toplanır, kabuğu soyulur ya da mahalli tabirle kabuğu yülünür ve gövdesi yenir. Temmuzda artık kartlaşmıştır, gövdesi değil sütüdür gözde olanı. Üç beş çocuk akşamdan giderdik dağa ve ilk kaçkınların, ilk göçmenlerin vahşi batıyı paylaştığı gibi paylaşırdık dağın başını kendi aramızda. Şuradan şura benim, şuradan şura senin, sizin. El koyduğumuz/çevirdiğimiz alandaki tüm kengerlerin etrafını büyük bir titizlikle temizler sabaha hazırlardık. Titizliğimiz, çevresini kengere değmeden temizlemek içindi.

Geceyi dağda geçirirdik ve korkmazdık o yaşta. Dağlar bugünün kentlerinden daha mı güvenliydi acaba ya da çocukluk korkuyu anlamamak demek miydi? Sabahleyin erkenden kalkar, çevresini akşamdan temizlediğimiz kengerleri keskin bıçakla ve gövdesini salmadan 40-45 derecelik bir açıyla keser ve hemen dibine bir taş korduk ki sütü toprağa değil taşa aksın, aksın da temiz kalsın diye. O taşa akan süt bozkır güneşinde en geç bir saatte donar ve biz donmuş sütü toplar, kalan kısmı ikinci, bazen de üçüncü defa aynı şekilde keser, akan sütleri yine aynı şekilde toplardık. O donmuş süt artık sakızdır, hani şu bir zamanlar her deva diye pazarlarda, meydanlarda satılan kenger sakızı var ya işte odur.

Dahası var kengerin. Ağustosta tohuma durur kenger. Tohumu da nimettir o dağlarda ve de o devalüasyon yıllarında. Döviz sıkıntısından dolayı kahve yoktur 1958-60’lı yıllar Türkiye’sinde. Kahve yoktur ama kenger vardır. Tohumlar toplanır, kavrulur, makinelerde çekilir ve kahve olarak içilir.

Şimdilerde ne dağlara giden gençler var bizim topraklarda ne de kenger sakızı ya da kenger kahvesini bilen insan. Yülüme, sakız hatıralarda kenger türkülerde kaldı. Benim aklıma da Gürün’den bayram ziyaretine gelen akrabalarım dolayısıyla düştü. Toprağı özlemek, eski günleri, eski hatıraları özlemek özellikle de belli bir yaştan sonra gözyaşlarıyla karışmadan mümkün olmuyormuş, bir kere daha anladım. Bayramın son günü Gürün hatıraları ve özlemleriyle geçti. Özlemin, gözyaşı bile güzel.