Sanmam ki, bir başka ülkenin akademik kariyer sahibi bir ferdi kendi
ülkesini tarih önünde böylesine pervasız, böylesine akılsız ve
böylesine insafsız bir şekilde suçlayan bir bildiriye hem de yabancı
akademisyenlerle birlikte imza atsın. Sanmam ki, bir başka ülkenin bir
akademisyeni kendi ülkesindeki 'ayrılıkçı bir isyanı' görmezden
gelerek devletin o ihaneti, o hain ve o ahlaksız kalkışmayı önleme
gayretini 'katliamla' suçlasın. Ve yine sanmam ki, akademisyeni,
aydını, siyasetçisi, kendi iç sorununu uluslararası heyetlere ve
güçlere açan, onları ülkenin iç sorunlarında gözlemci olmaya çağıran;
onların gözetiminde ve hakemliğinde isyancı hainlerle pazarlık
masasına oturmayı öneren başka bir ülke olsun.
Yukarıdaki satırları, Türk üniversitelerinde görev yapan 1.128
akademisyenin yurtdışından 329 akademisyenle ortak yayınladığı o
'malum ve mahut bildiri' dolayısıyla yazıyorum. O bildirideki imzalar
ister 'ince elenip sık dokunmuş' bilinçli ve açık bir ihanetin,
isterse 'sonucu ihanete denk' bir gafletin eseri olsun, fark etmez,
tarihe yalana, isnada ve iftiraya atılmış imzalar olarak geçecektir.
Bildiri sadece 'kasıtlı ve planlı kıyım' ya da 'katliam ve bilinçli
sürgün' gibi gerçek dışı suçlamalar getirmiyor, 'bölgenin uluslararası
gözlemcilere açılması, müzakere koşullarının hazırlanması ve müzakere
masasında yabancıların da bulunması' gibi akıl dışı, izan dışı
öneriler de getiriyor. Bu iç sorunu uluslararası arenaya taşımak
düşüncesi, ayrılıkçı Kürt hareketinin en büyük hedefidir. Nasıl olur da
bizim akademisyenlerimiz -ister bilerek, ister bilmeyerek- böyle bir
projenin taşeronluğuna soyunur? Akademisyenlikten taşeronluğa
geçiş, yani bir tenzil-i rütbe! Anlamak mümkün değil.
Bu bildiri, bizi tarihimizi bir kere daha ve siyaset dışı bir gözle
okumaya mecbur ediyor. Siyasette bugünü kurtarmak uğruna dünü feda
etmenin varacağı yer burasıydı. Dün Dersim'deki benzer kalkışmayı
göremeden yine tıpkı bugünkü gibi isyanı bastırma, o zamanki ifadeyle
'tedip ve tenkil' hareketini gerekli gereksiz siyaset malzemesi
yapmanın ve o dönemi, o dönemin sivil ve asker yöneticilerini acımadan
mahkûm etmenin, bugün muhatap olunan haksız ve insafsız suçlamadan
mana ve mahiyet olarak ne farkı var? Ne yalanlardı o öyle? 'Belki on
bin' diye başlayıp 'belki elli bin, belki daha fazla' diye devam eden
bir berber rivayetine dayalı kurban sayısı mı, yoksa 'Munzur'un
günlerce kan kırmızı akması' gibi akıl dışı saçmalıklar mı dersiniz,
hangisini arasanız bulursunuz o yalan ve iftira bataklığında.
Bugünün devleti Sur'da, Cizre'de, Silopi'de ne yapıyorsa dünün devleti
de Dersim'de onu yaptı. Ya da bir başka ifadeyle dünün devleti
Dersim'de ne yaptıysa bugünün devleti de Diyarbakır'da, Şırnak'ta onu
yapıyor. Bana sorarsanız benim cevabım çok net: Dünün devleti isyanı
bastırdı, bugünün devleti de aynı işi yapıyor, isyanı bastırıyor.
Dünün askeri de vatanın bölünmez bütünlüğü için şehit düşüyordu
bugünün askeri de polisi de aynı amaç uğruna şehit düşüyor. Dünün
yıkılan köprülerini yeniden yapmak isteyen devletle bugünün açılan
hendeklerini kapatmaya çalışan devlet aynı devlettir ve aynı işi
yapmaktadır. İki devlet de bizimdir; birisinin yaptığını karalayarak
öbürünün yaptığını kutsayamayız. Bugünü sevmenin ve savunmanın yolu
düne sevgi ve saygıdan geçer.