Kim ne derse desin, kim neyi ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın ya da tam tersi abartırsa abartsın ülke, millet ve devlet olarak sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz. Ülkenin bölünmez bütünlüğü, milletin birlik ve beraberliği tehdit altında; ekonomi her geçen gün biraz daha sıkışıyor ve bir taraftan hem faizler hem enflasyon hem de işsizlik artıyor. Bütün bunlara paralel olarak ortak düşman ve ortak tehdit karşısında, milli birlik ve beraberliğe olan ihtiyacımız da artıyor.

Birlik ve beraberliğin ilk şartı, yeni bir dil ve söylemden geçer. Bir taraftan içeride Yunus'ça, Veysel'ce bir sevgi dili dışarıda ise Mustafa Kemal'ce bir akıl dilidir gerekli olan. Gönlü hedefleyen sevgi dilidir. Yunus'un, Veysel'in ve de o yolun yolcusu diğer gönül ve tasavvuf erenlerinin, halk ozanlarının dili.

Birbirimize nefreti körükleyen değil sevgiyi artıran bir dille konuşmaya siyasetçilerden başlamamız lazım hem de vakit kaybetmeden. Milli Mücadele'nin o kanlı ve karanlık günlerinde Kuvayı Milliye Meclisi'ndeki tartışma zabıtlarını okuyunca; bugüne hayıflanmamak elde değil. En zor günlerde en çetin münakaşaların üslubu ile bugünlerin siyaset meydanlarının dili arasındaki fark, herkesi dehşete düşürecek boyutta.

Ben şuna inanıyor ve her yerde söylüyorum; en kolay iş ama en büyük yanlış karşımızdaki herkesi 'ihanetle, satılmışlıkla' suçlamaktır. Kolaydır, sokak kültürü yeterlidir ama hem insanlığa, hem İslamlığa hem de vatan ve milletseverliğe aykırıdır. Gerçi merhum Attila İlhan da merhum Kamran İnan da 'ülkemizde hain kotasının bir hayli yüksek olduğunu' söylerler ama yine de ihtiyatlı olmak ve yaralayıcı dil kullanmaktan kaçınmak gerek. Bin bir fitnenin ve fesadın, bin bir yabancı fikrin cirit attığı Milli Mücadele ortamını değerlendiren Mustafa Kemal Atatürk'ün 'O günlerde benim karşımdakiler de kendilerine göre en az benim kadar haklıydılar' mealindeki sözüyle dile getirdiği anlayış ve kavrayışa ulaşamazsak, bugün içinde bulunduğumuz girdaptan kolay kolay çıkamayız.

Dış siyasetin kendine has bir dili ve metodu olduğunu da kabul etmek zorundayız. Mensuplarını sevsek de sevmesek de 'monşer' ya da 'ekselans' diye horlasak da Türk Hariciyesi'nin 'iki yüz yıllık bir birikimi ve geleneği' olduğunu kabul etmek zorundayız. Dış politika siyasetçilerin kalabalıklara hoş gelen nutuk diliyle değil asırla içinde gelişmiş diplomasi diliyle yürür. Onları sevmesek bile dillerine katlanmamız gerek.

İnternet ortamının bütün kontrol ve kurallardan uzak ortamının hızla genişlediği ve herkesi bir girdap gibi içine çekmeye başladığı bir dönemde, işe siyasetin diliyle başlamak doğru olacaktır. Siyaset dilindeki birleştirici değişim, siyaset basınının dilini de değiştirecek ve bütün bunlar topluma olumlu yönde yansıyacaktır.

Hayal mi? Belki; ama niye gerçeklemesin?