Her zaman değil ama an gelir gerçekten yük olur yazmak. Olağanüstü bir hal söz konusu değildir üstelik fakat el klavyeye gitmekte zorlanır, okuyucuya ve gazeteye karşı sorumluluk olmasa var ya, hiç gitmeyecek. Gider gitmesine de sonunda ne çıkar Allah bilir. Bazen bir harika çıkar o çapraşık duyguların doğum sancısı sonrasında çoğu zaman da alabildiğine berbat bir yazı.

Öyle bir andayım sanırım, yazmanın değil sadece, düşünmenin bile insanı yorduğu bir an bu an. Uçlar arasında savrulan bir gündemde orta yolu bulmak, dengeyi sağlamak zorun da zoru bir iş. Bir taraftan kendimizi övmekte sınır tanımıyoruz öbür taraftan kendi dışımızdaki herkesi ve her şeyi yerden yere vurmaktan yorulmuyoruz. Ya siyah ya da beyaz dünyamız, iki zıt rengin arasında gri tonları görmüyoruz, göremiyoruz. Bozuk olan gözümüz mü yok mu özümüz mü?

Aldanmakla aldatmak arasında yazarken sadece bir harf farkı var. O bir harf değişikliği ne kadar önemli, farkında mıyız? Aldatmak bir ahlak meselesi daha doğrusu bir büyük ahlaksızlık; aldanmak ise akıl meselesi, başka ve daha net bir ifadeyle söylemek gerekirse aptallık! Ama daha vahimi var, insanın kendisini aldatması. Sultan İkinci Murat oğlu Şehzade Mehmet'e nasihat ederken 'kişioğlunun kendisini aldatması gibi aldanış olmaz' der.

Küçükten büyüğe, spordan siyasete, ekonomiden ticarete durmadan kendimizi aldatıyoruz. Her takım sezona ya şampiyonluk ya da üst sıra sözü vererek ve taraftarlarında umutlar uyandırarak başlıyor ama ipi sadece biri göğüslüyor. Bir üst klasmana yükselme hayali kuranların bir alt klasmana mahkûm oluşlarının acısını birçok kulübün taraftarı tekrar tekrar yaşadığı halde söylemlere kanma ve her sezon başı yeniden umutlanma hiç bitmiyor. Taraftar umutlandıkça başarısız yönetici oturduğu koltuğa kazık çakıyor.

Aynı şey siyaset için de hem de daha yoğun olarak geçerli. Başarısızlığın koltuk kaybettirmediği tek siyaset dünyası bizim de içinde yer aldığımız bu coğrafya. Seçim kaybeden genel başkanların siyasetten tasfiye olduğu 'Batı'ya inat başarısızların ebedi başkan ilan edildiği bir Doğu var ve biz iki dünyanın tam geçiş noktasındayız. Gövdemiz 'Doğu'da gözümüz 'Batı'da. Bu dünyanın Araf'ı da bu olsa gerek.

'Koltuğa kazık çakanları' anlıyorum da o koltuğa omuz veren, o kazığı sivrilten, o çivileri çakan partiliyi, dernek mensubunu, taraftarı, kısacası halkı anlamıyorum. Aldananın aldatana aşkı aklın alacağı bir olay olmasa gerek. Partilisini iktidara taşıyamayan genel başkanlar ve onların yarenleri bir tarafta; iktidar hayali ve iddiasıyla yola çıkıp bir ömür harcayarak her geçen gün iktidardan biraz daha uzaklaşanların suskunluğu, tepkisizliği hatta başarısızlara sahip çıkmasındaki hırçın taraftarlık öbür tarafa. Ne yaman bir haldir ki anlaşılmaz.

Hem bir taraftan 'perşembenin gelişi çarşambadan bellidir' atasözüne inanmak hem de berbat bir çarşambanın arkasından muhteşem bir perşembe hayali kurmak ya da kurulan hayale inanmak, o hayalin, o yalanın ardı sıra koşmak!

Baştan da demiştim ya an gelir yazmak yük olursa eğer çok ender olarak harika bir yazı ama çoğu kez de berbat karalamalar çıkar diye, bu öyle bir yazı oldu sanırım. Öyle bir yazı; gönlüm aldanmaya öylesine açık ki, içinizden birisi nezaketen bile olsa 'iyi' dese hemen inanacağım. Ama hiç sanmam ki diyesiniz, diyebilesiniz…