Çocuktum bizim oralarda dava vekilleri vardı; Hürrem Efendi, Hanefi Efendi, Bahri Efendi. Ben avukatı ortaokulda tanıdım, Ömer Faruk Moğolkoç, babam rahmetlinin arkadaşıydı. Kısa bir süre kaldı Gürün'de sonra İstanbul'a taşındı. Ben İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenciyken Ömer Bey Amca da İstanbul'da avukattı.

1978'de Gürün'de yazıhane açtığımda beş avukattık ve hepimize iş vardı. Çünkü köylerimiz ve köylerimizde tarlalarımız vardı ekerdik, bahçelerimiz vardı dererdik, dağlarımız vardı sürerdik, yayardık. İnsanlarımız köyde yaşar, köye sahip çıkar ve üretirlerdi. Köyler aynı zamanda şehirleri de yaşatırlardı.

Elmalarımız, kayısılarımız, dutlarımız ve cevizlerimiz ne çoktu. Önce cevizler ve dutlar kesildi, birisi mobilya oldu diğeri de külek. Sonra kayısılar daha olmadan pazarlandı toptancılara, kükürtle olmadan olduruldular, pelteleştirildiler, sarartıldılar. Şimdilerde zarif ambalajlar içinde tüketiciye sunulan o kehribar sarısı kayışlarda artık bizim ne alın terimiz ne de el emeğimiz var. Artık bizim oralarda pekmez ve pestil bulmak da giderek zorlaşıyor.

Dağlarımız vardı, sürerdik. Sürmezsek de yayardık. Koyunlarımız, keçilerimiz, sığırlarımız belki az süt verirdi ama sütümüz kekik kokardı, keven kokardı, yağımızın kokusu mahalleyi kaplardı. Çok iyi hatırlarım, yaşlılar tereyağlı bulgur pilavını tahta kaşıklarla mideye indirip üstüne bir tas ayran da içince önce Allah'a şükrederler sonra da Vehbi Koç'a acırlardı. Şeker hastasıymış Vehbi Koç, bu mis gibi kokan bulgur pilavını yiyemedikten ve de bu yayık ayranını içemedikten sonra neye yarardı onun parası pulu. Mutluluk bu kadar kolaydı benim çocukluğumda bizim büyüklerimiz için.

Beş altı yıl kadar oluyor, şimdilerde Ankara'da yaşayan kardeşim Şükrü memlekete gezmeye gitmişti. Ağlayarak telefon açtı, bağlar bahçeler terkedilmiş, kimsecikler yokmuş, her tarafı ot kaplamış. Ağlaması ondandı ama bu sadece ona ve sadece bizim oraya has değildi. Anadolu boşalıyor, bağlar bahçeler terk ediliyor ve dün kendi kendisine yeten ender ülkelerden birisi olan Türkiye kendi insanını bugün dünyanın dört bir yanındaki üreticilerin ürünleriyle besleyebiliyor.

Şimdilerde pek üzerinde durmuyoruz ama küresel iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkeler arasındayız. Bir taraftan nüfusumuzun artması öbür taraftan çok hoyrat kullanmamız ve çok kirletmemiz nedeniyle yakında su fakiri ülkeler arasına girersek kimse şaşırmasın. Küresel ısınma ile birlikte hem buharlaşmanın artması hem de yağmurların azalması barajlardan daha az yararlanmamıza sebep oluyor. Yeraltı sularımız her geçen gün daha aşağılara kaçıyor. Bu da hem çıkartma maliyetlerini artırıyor hem de toprağın tuzlanmasına ve tarım alanlarında büyük çöküntülere yol açıyor.

Ortadoğu'daki gelişmeleri, çatışmaları, savaşları ve sınırların değişmesini incelerken Fırat ve Dicle sularının geleceğini göz ardı edemeyiz. Geleceğin savaşlarının petrolün çıkarılması için değil de suyun paylaşımı için yapılacağını söyleyen teorisyenler giderek çoğalıyor.

Türk aydını acaba böylesine büyük bir hesaplaşmaya hazır mı? Pek sanmıyorum. Konudan bahseden o kadar az insan ve o kadar az yayın var ki.