Bu yazı, iki gün önce cumartesi öğleden sonra yazıldı. Seçim
sonuçlarını sağlıklı değerlendirebilmek için çok erken. Elde yeterli
veri yok. Duygular hala baskın, seçim meydanlarına çıkıldığı günden
beri kaybolan akıl, henüz geri dönmüş değil. Duygularımızın etkisinden
ne zaman kurtulur aklın ve sevginin hakim olduğu bir ortama kavuşursak
ancak o zaman sağlıklı bir değerlendirme yapabiliriz. Hem o aklın ve
sevginin hakim olduğu ortama hem de sağlıklı değerlendirmeye çok
ihtiyacımız var.
Bu yazıyı yazdığım seçimden önceki o son cumartesinde neredeyse bütün
gün Türk tasavvuf musikisinin seçkin eserlerini dinledim. Aka Gündüz
Kutbay, Murat Salim Tokaç ve Göksel Baktagir’in icralarıyla huzurun
engin ufuklarında gezindim. Bir ayı aşkın süreyle sabahtan akşama
gerilen sinirlerim, bizim sazlarımızın gönül alan ve gönül ferahlatan
melodileriyle yumuşadı. İsyansız, küfürsüz bir günün akşamında
nefretlerle geçen günlerin anlamsızlığını daha iyi anladım.
Sonuçlar ne olursa olsun artık seçim de seçim ortamının o nefret dolu,
hiddet dolu, hakaret ve küfür dolu söylemi de hayatımızdan ebediyen
çıkmalı. Siyasetin kavga dilini geride bırakıp sevginin musikisinde
birlik, beraberlik ve kardeşliğe -olmasa bile- arkadaşlığa, dostluğa,
en azından birarada yaşamaya yelken açmalıyız.
Kötü hem de çok kötü ve hatta çirkin bir süreç yaşadık. Hakaretler,
küfürler, tehditler toplumun içinde ve toplumun önderleri tarafından
birbirlerine karşı seslendirildi. Hırsız, arsız, uğursuz, namussuz,
şerefsiz, haysiyetsiz, cahil, gafil, katil ve hatta hain kelimeleri en
ufak bir duraksama olmadan çıktı ağızlardan.
Bu birbirinden ağır ithamların bırakın tamamının yüzde birinin bile
doğru olmasının ne büyük bir felaket olduğu ne yazık ki kimsenin
aklına gelmedi. Geldiyse de umursanmadı. İthamların doğru olması ne
kadar büyük bir felaketse, doğru olmaması da o kadar büyük bir
felaketti, bunu da gözden kaçırdık. İddia ve isnatların doğru
olmamasının doğal sonucu iddia sahiplerinin yalancı ve müfteri
durumuna düşmesi değil miydi? Şahsi veya siyasi hırsın gözleri
böylesine bürümesi, ne kötü.
Hiçbir toplum böylesine bir gerilimi uzun süre taşıyamaz. Hele de
bizim gibi bir coğrafyada yaşayan ve ne yazık ki kendisinden başka
dostu olmayan ya da kalmayan bir toplum hiç taşıyamaz. Tüm o
gerilimleri, kavgaları, o kavga söylemlerini dünde bırakmak ve yarına
sevginin musikisinde yeni bir dille yeni bir gönülle bakmak
zorundayız. Ne garip hem “Gönüller yapmaya geldim” diyen Yunus
Emre’nin varisi olmakla övüneceğiz hem de gönülleri yıkmak için
elimizden geleni ardımıza koymayacağız.
Türk İslam tasavvufunun büyük şairi, büyük evliyası Yunus Emre “Ben
gelmedim da’vi için benim işim sevi için/ Dostun evi gönüllerdir,
gönüller yapmağa geldim” diyordu. Sahi biz ne için geldik? Gönüller mi
yapıyoruz, gönüller mi yıkıyoruz? Sorgulamaya değmez mi?