'Felaket tellalı' derseniz pek de haksız sayılmazsınız ama siz yine de demeyin, hatta ne olur siz de ister balkona ister sokağa çıkıp avazınız yettiğince 'yeter artık yeter bu şiddet dili' diye bağırınız yukarılara doğru.

Olaylara tersten bakıyoruz ve toplumsal çözülmeyi bireysel sorun seviyesine indirgiyoruz. Çocuğunu boğan babayı ya da karısını delik deşik eden kocayı toplumsal sevgisizliğimizin ve kaçınılmaz dağılışımızın habercileri olarak görmediğimiz sürece, mukadder akıbetten kurtulmamız söz konusu bile olamaz.

Beş serserinin bir kadının ve bir çocuğun feryatları arasında iki gaziyi acımasızca ve alçakça dövmesini de 'gaziye saygısızlık' ya da 'magandalık' diyerek yanlış okuduk. Mesele salt 'gaziye saygısızlık' değildi, hatta hiç değildi, o serseriler o kurbanların gazi olduğunu muhtemelen bilmiyorlardı bile; olay toplumsal bir çözülüş, bizi biz yapan değerlerden kopuştu.

Bizi biz yapan ve asla çiğnenmez kurallar vardı bu ülkenin kuzeyinden güneyine doğusundan batısına her yerinde benim çocukluktan gençliğe adım attığım yıllarda. Uyulmaması yasal açıdan suç olmayan ama toplumsal açıdan, ahlak açısından ayıpların en ayıbı olan ve mahallelinin, köylünün, kentlinin ortak denetimine açık değerlerdi onlar. Bey amcalar ve hanım teyzelerin ayıplaması, emmiler ya da dayıların kulak çekmesi ve hele bir de 'mahallelinin namus, mal ve can bekçiliğinin gönüllüsü' o abilerin dozu iyi ayarlanmış tokatları, şiddetin ve korkunun değil sevgi ve şefkatin dünyasını kuruyordu. Heyhat artık ne o hanım teyzelerimiz ve bey amcalarımız, ne babacan emmilerimiz, dayılarımız ne de o 'yüreği çatal' ağabeylerimiz var.

Bir sıradan geçmiş özlemi değil benimki, şiddet sarmalındaki bir dağılışın isyanı ve haberi. Şimdiki gençlerin seyrettiği dizilerin o hepsi kanlı hepsi karanlık ve hemen hepsi bir diğerine kazık atmaya teşne olan ve atan ve de iyi diye sunulan kahramanlarından on kat, yüz kat daha temizdi bundan elli yıl öncesinin Yeşilçam karakterlerinin kötü adamları! 'Kötü adam' dediğimiz Ahmet Tarık Tekçe karakterine o kadar hasretim ki, anlatamam. O devrin kabadayılarının raconu çiğnenmezdi, ne kendileri çiğnerdi ne de başkalarına çiğnetirlerdi. O unutulmaz 'bekçi baba' Hulusi Kentmen'in bıyığını bura bura herkesin kulağını çekmesinin arkasındaki güç, şuur altımızdaki devletin kanunlarına ve toplumun kurallarına saygı duygusuydu.

Of, nereden başladık nereye geldik, ben de dağılıyorum, toparlamaya çalışayım. O iki engelli Güneydoğu gazisini bir kadının gözyaşları ve bir yavrunun feryatları arasında alçakça ve acımazsızca döven o beş serseri var ya, onlar toplumsal çözülüşümüzün ve yaklaşan felaketimizin kara habercileri. Yine döneceğim benim çocukluktan gençliğe adım attığım o günlere; o günlerde yanında kadın olan erkeğe el kalkmaz, taş atılmazdı, bırakın el kaldırmayı taş atmayı laf bile atılmazdı. Fırsat bulunursa 'bırak da gel' denirdi. Bırakın kalıcı engelli birisini geçici bir sargısı olan hasma da aynı şekilde davranılır, adam gibi ya da erkek gibi kavga edebilmek için iyileşmesi beklenirdi. Allahım nasıl bu kadar kuralsız ve ahlaksız olduk?

'İmam cemaat meselesi' dersek, çok mu abartmış oluruz. Toplumun rol modellerinin hatta ondan da öte yöneticilerinin, okuryazarlarının, akademisyenlerinin, maddi ve manevi dünyasının mimarı olanların ya da en azından o sıfatla ortalarda dolaşanların örnekleriyle başlar sevgiyle sarmalanmamız ve toplumsal değerler etrafında kenetlenmemiz. Yavuz'ca tedipten önce gelen ve daha kalıcı olan Yunus'ça sevgidir. Onun için diyorum ki hangi mezhepten ve hangi meşrepten olursanız olunuz, hangi ideolojik geçmişten gelirseniz geliniz ve kime oy verirseniz veriniz ama çıkan balkonlara, çıkın sokaklara ve hep bir ağızdan 'bize sevgi veriniz' diye bağırınız. Aşağılara değil yukarılara doğru, samimiyetle, inançla, ihlasla… Kul duymazsa Cenab-ı Hak duyar.