Geçen haftanın son yazısında Ekim 1969'da bu kentte Türk Bayrağı'na karşı girişilen bir şerefsiz tecavüzün hikayesini yazmıştım çok küçük bir bölüm halinde. Daha doğrusu, hikayeden çok, olaya gösterdiğimiz tepkiyi yansıtan bildiriyi yayınlamıştım. Samsun halkını ayağa kaldıran ve o güne kadar olmayanı olduran milli şuur ayaklanmasıydı o bildirinin ateşlediği.

Biz, olayı haber alır almaz hemen toplandık, bir taraftan zamanın Samsun Valisi Ertuğrul Ünlüer'den randevu isterken diğer taraftan da yürüyüş ve miting için resmi başvurumuzu yaptık. Bize randevu akşam mesaisinden sonra vali konağında verildi. Saat 20.00 sularında elan hayatta olan Aykut Eroğlu, Köksal Piyade, Atilla Sönmez, Sebahattin Yıldız ve üçü de Hakk'ın rahmetine kavuşmuş bulunan Halim Düzgün, Ali Kumbasar ve Âdem Bilir'in bulunduğu bir grup gençle birlikte konaktaydık. Şartlarımızı ben sıraladım bir ültimatom havasında. Şartlarımız çok netti;

'1-Suçlular en geç 29 Ekim Bayramı'na kadar bulunacaklar ve mutlaka Türk mahkemelerinde yargılanacaklar. 2- ABD Türkiye'den resmen özür dileyecek. 3- Yırtılan Türk Bayrağı'nın yerine daha büyük bir Türk Bayrağı ABD elçisinin de katılacağı bir törenle göndere çekilecek.'

Ertuğrul Bey, 'İkili anlaşmalar var ve bunlar Türk mahkemelerinde yargılanamazlar' dedi. Cevabım çok netti, belki de biraz küstah bir edadaydı ama tam da yaşıma göreydi: 'Anlaşmaları hükümetler yapar milletler bozar. Bu anlaşma Türk milletinin milli menfaatlerine aykırıdır ve biz buna uymak zorunda değiliz.' Vali Ünlüer 'ne yapacağımızı' merak ediyor, onu da söylüyorum: 'Siz yapmazsanız, Türk gençliği olarak Samsun halkıyla birlikte gider biz yaparız.' 'Polis yığarım yola, asker yığarım, geçirtmem sizi' diyor. 'Ne gam' diyorum 'Çatışırız, biz ölürsek tarihten ve ecdadımızdan aldığımız emri yerine getirirken öldüğümüz için şehit oluruz; asker ve polislerden ölen olursa üstlerinden aldıkları emirleri yerine getirirken ölecekleri için onlar da şehitlik mertebesine ulaşırlar.'

Bir küstahlığın değil, bir özgüvenin ifadesi bu sözler, biraz da gençliğin, perva nedir bilmezliğin tezahürü. Ertesi gün basın toplantısı düzenliyorum Eldemir İşhanı'ndaki dernek bürosunda. Aynı kesin tavrı orada da sergiliyorum basın karşısında. Hafta sonunda da İstasyon'dan başlıyor binlerce gencin muhteşem yürüyüşü. Önde Türk Bayrağı, arkasında Genç Ülkücüler Teşkilatı'nın mavi zemin üstünde siyah bozkurtlu bayrağı ve Genç Ülkücüler Teşkilatı pankartı. Hemen arkasında 10'unun göğsünde Türk bayrakları olan 40 genç kız. Genç kızlar Samsun Eğitim Enstitüsü öğrencileri. Onların arkasında binlerce genç; halk Cumhuriyet Meydanı'nda bekliyor. Yürüyüş kolu Lise ve Çiftlik caddelerinden halkın destek alkışları arasında Cumhuriyet Meydanı'na ulaşıyor. Ender Cengiz kısa bir konuşma yapıyor, Atilla Sönmez Arif Nihat Asya'nın Bayrak şiirini okuyor ve ben konuşuyorum. Hayatımın en heyecanlı ve en gurur verici konuşmasıdır benim için o konuşma.

Ben miting sonrası İstanbul'a gidiyorum, Hukuk Fakültesi ikinci sınıfından üçüncü sınıfına bir dersim kalmış, Devletler Umumi Hukuku; onun sınavına gidiyorum. Aklım derste değil Samsun'da; sınavın sonunda değil sürenin sonunda. Hem sınavı verdim hem de hedefe ulaştık.

Hani OMÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Baölümü Öğretim Üyesi Doç Dr. Önder Duman Hocamın bana yaptığı sürprizden, dönem gazetelerinden derleyip hediye ettiği bir dosyadan bahsetmiştim ya o dosyanın içinde üç gazete kupürünün fotokopisi var; Demokrasi'nin Müdafii Gazetesi, biri Yeni Ses, biri de Samsun Postası. 27 Ekim tarihli gazetelerin haberine göre bir gün önce Radar üssünde yapılan törende Samsun Valisi Ertuğrul Ünlüer, ABD'li yetkililere 'Olayın faillerini Cumhuriyet Bayramı'na kadar istiyorum. Yoksa karışmam. Çünkü halkımı tutamıyorum' diyor.

Ben sınavı verip Samsun'a dönmeden alıyorum kutlu haberi; suçlular yakalanmış, Türk yargısına teslim edilmiş ve tutuklanmışlar. Bu tarihte bir ilkti, devlet tarafından kabul edilen bir anlaşma ilk defa olarak bir millet tarafından yırtılıp tarihin çöp sepetine atılıyordu.

Bana ne mutlu ki ben o büyük milletin bir ferdiyim.