Eşimin sağlık sorunu sebebiyle bir haftadır hastane odasında geçti günlerimin çoğu zamanı. İster istemez televizyona baktım, bakmak zorunda kaldım. Giderek dindarlaştığı, giderek muhafazakarlaştığı iddia edilen toplumun televizyonlarındaki ahlak erozyonu, tüylerimi diken diken etmeye, sinirlerimi kontrolden çıkarmaya fazlasıyla yetti.

Gelin kaynana, gelin damat pazarlamalarının güpegündüz hemen hemen her kanalda ısrarla yayınlanmasındaki fikri ve ahlaki sefalet, beni hem bir bakıma meslektaş olduğum basın yayın mensupları hem de mensubu olmaktan gurur duyduğum milletim adına tam bir hayal kırıklığına sürükledi.

“Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” derlerdi. Kim değişti? Biz mi dinimizin ahlak değerlerinden koptuk yoksa salyangoz mu kimlik değiştirip her Müslüman için helal gıda makamına terfi etti. Ne oldu bize? Nasıl bu kadar kendi değer ölçülerimizi terk ettik? Nasıl aşk gibi, evlilik gibi kutsal bir değeri, bir kurumu izlenme uğruna kaldırıp bir kenara attık? Nasıl oldu da para kazanmayı tüm ahlaki ve edebi sınırların ötesine taşıdık ve televizyonlarımızı adi senaryoların sıradan figüranlarının yozlaşmış kavgalarına ya da bulaşık ve cıvık ilişkilerine teslim ettik?

Bu en pespayesi, yaşadığımız yozlaşmanın ama tek örneği değil. Başkaları da var. Onların hiçbiri bunlar gibi cıvık ve pespaye olmamasına, ar ve haya damarlarını çatlatmamasına rağmen devlet umuruna indirdiği darbeler itibariyle değerlerimize en az bunlar kadar ve belki de bunlardan fazla zarar vermektedir.

Örnekleyelim: Bir bakan bir güzel ilin bir üniversitesini ziyaret ediyor. Bakan rektörün makam koltuğunda, kentin valisi ve bir siyasetçi de masanın önündeki misafir koltuklarında. Ve rektör çaresiz ayakta, muhalif basına göre de esas duruşta tekmil vermekte!

Neye hayıflanmalıyım? Koltuğa oturmaması gerektiğini bilmeyen ya da bildiği halde umursamayan sayın bakanın tavrına mı yoksa koltuksuz kalan rektörün “getirin oradan bir sandalye” deyip de bakanın yanına oturmayışı ya da oturamayışına mı? Söyler misiniz, siz hangisine yanardınız?

Çuvaldızını başkasına batırdık artık iğneyi de kendimize batıralım bari. Bir gazeteci, bir köşe yazarı, bir televizyon yıldızı! Bir kulüp başkanıyla tartışıyor daha doğrusu o kulüp başkanına sataşıyor, hakaret ediyor, sadece başkanın kendisine değil hakaretleri, aynı zamanda başkanın beraber çalıştığı arkadaşlarına da. “Yanındaki çakkal çukkallar” falan diyor küstah bir tavırla. Ve elinde bir dosya, bu ülkenin en önemli ve aynı zamanda gizliliğe her kurumdan daha fazla riayet etmesi gereken ve eden bir kurumun amblemini taşıyan bir dosya! Sallıyor, hem o başkanın hem de seyircinin gözüne sokarcasına sallıyor. Anlaşıldığı kadarıyla o gizli dosyada o kulüp başkanını korkutacak(!) bilgiler var. Ya da yoksa bile o öyle bir hava veriyor?

“O gizli dosya sende ne arıyor?” diye soruyor aklı başında insanlar. Gerçekse nasıl aldın? Gerçek değilse hangi cüretle öyle bir hava yaratıyorsun? Ve ertesi günü yelkenleri suya indiriyor küstahlığı ve saldırganlığı yiğitlik sayan meslektaşımız. Öyle bir dosya yokmuş! O dosyanın içi boşmuş! İyi de içi boş bir dosyayla bir kulüp başkanını tehdit etmek, Basın Ahlak Yasası’nın hangi maddesinde yazıyor?

Değerler değersizleşmeye başlamayı görsün bir kere, bir salgın hastalık gibi, bir kanserli hücre gibi kısa zamanda vücudun tamamını sarar. Mikrop bedenimize girdi ve hızla yayılıyor. Ne yazık ki farkında değiliz. Asıl tehlike de bu!