Ünlü yönetmen ve yazar Cengis T. Asiltürk, HaberHayat okuyucularına çok özel açıklamalar yaptı. Albatrosun Yolculuğu filminden Sırlanmış Zamanın Gölgesinde ve Muleta romanına, sanat filmlerinden endüstri filmlerine kadar her şeyi konuştuğumuz Asiltürk ile yaptığımız röportaj sizlerle

HABERHAYAT: Sırlanmış Zamanın Gölgesinde ve Muleta romanlarınızla Albatrosun Yolculuğu filminiz konu ve anlatım şekli açısından şaşırtıcı geldi. İster istemez akla şu soru geliyor: İnsanlığın roman ve sinemadan beklentisi ne olmalı? Bunlardan sizin beklentiniz ne?
CENGİS ASİLTÜRK
: İzini sürdüğüm roman ve sinema, insana başka dünyaların, başka düş ve düşüncelerin kapılarını aralayacak yapıtlardır. Roman bize bir şey söylemeli, film bize bir şey söylemeli; bizi bambaşka dünyalara çağırmalı, dönüştürmeli, bilinçlendirmeli, ileri taşımalı. İnsanlık, sanırım şu olduğu kadarla yetinecek değil. Duygular, düşler ve hayatın kendisi, peşine düşülmeye değer büyülerle dolu. Ben, çocukluğum(uz)un ve erken gençliğim(iz)in sona ermesiyle yarım kalmış, belki de yarım kalmış ya da tümden yitip gitmiş ömrümün o sekanslarını, kayıp zamanları(mı) tekrar kurma çabasındayım. Çocukluğumuzu ve erken gençliğimizi her ne kadar dolu yaşamış olsak bile, geçmişe dair hep bir şeyler eksiktir. Romanlar ve filmler, belki bu nedenle doğrudan geçmişe bağlıdır. Geleceği kurmak isteyen fantastik anlatılar yok mu? Elbette var! Fakat onların bile referansı, çoklukla çocukluğun ve geçmişin anısal zenginliğidir.



HABERHAYAT: Çocukluğunuzdan beslenmeniz önemli tabi. 'İnsanın duyarlılığı, onun dehasıdır' sözünden yola çıkarsak; duyarlılık sanatçının yaradılışında mı vardır da çocukluğundaki tepkisinde kendini belli ediyor? Yoksa yaşantısında tattığı duygulanımla, merakla ve tecrübelerle bunu sonradan mı ediniyor? Hayata bir iz bırakmak amacıyla mı yapıt kuruyor? Asıl hesabı yaşamın içindekilerle mi? Bu sorulara paralel olarak; 'sanat toplumdan koparılırsa o toplum büyük çerçevede neyini kaybetmiş olur?'
CENGİS ASİLTÜRK:
Bu soruyu eksiksiz yanıtlayabilmem için kendimi topyekûn tanıyabilmem gerekir! İnsan için bu mümkün mü? Bilmiyorum... Dehanın kaynağının duyarlık olduğu tezinize tüm kalbimle katılırım. Duyarlığın kaynağı nedir? Bilmiyorum... Bunu belirleyen çok fazla etmen var. Ben o etmenleri bilebilme konusunda kuşku içindeyim!
İnsanın sperm hali, anne karnındaki oluşumu, doğup bilinçlenmesi, büyümesi, konuşması, işitimi, duyguları, düş evreni! Konuşma, düşünme, tasarım, farkına varma, yazı, anlatı, buluşlar, sinema, roman, özellikle şiirsellik, hatta bir fakat ya da ama bağlacı! Pirinç kadar kanatlının uçabilmesi, koku alabilmesi, işitimi, hayatta kalmak için verdiği anlık karar! Kelebeğin tüm ömrü! Bunları olağan karşılamak! Hatta kendimi bunları kabullenmeye zorlamak benim için halen fazlaca sarsıcı! Bu dünya alıştığım bir yer değil. Halen bir yabancıyım burda; tüm gördüklerime, dokunduklarıma, anladıklarıma karşı kuşku doluyum.
Üç dört yaşlarındaydım. Derebeyi konağımızın geniş penceresine vuran güneşin keskin ışığında beliren siyah bir kelebek kanatlarında kırmızı harelerle odamda birkaç tur dönüp uzaklaşıp gitti. Ufka doğru giderken siyah bir taya dönüştüğünü, bir anda durup bana baktığını hayal ettim. Bu hayal, hayatım boyunca beni terk etmedi. Her insanın çocukluğu böyle büyülü anılarla dolu, sanırım...
Çılgınlık derecesinde sinema tutkunu olan babam sayesinde, Adana'da gösterime giren filmlerin neredeyse tamamını ailece izlemişizdir. Düş dünyamı kuranların en başında gelen anneannem, kendisi gibi bir masal anlatıcısının doğasına uymaz biçimde, babama 'ne anlıyorsun o gölgeleri izlemekten' dediğinde, eski bir gölge oynatıcı olan babamın cevabı (bugün olmuş) beni kalen şaşırtır, tüylerimi ürpertir, görünenlerin altındaki görünmeyenlere ve anlatının gerçekliğine iyice yaklaştırır.
Babam, 'O gölgeleri hakiki hayata yeğlerim' demişti. Gölgeler varsa, onları yaratan hakiki kişiler, hayatlar, gerçekler, nesneler uzakta ya da yakında bir yerlerde mutlaka vardı. Bu yüzden inandım ben, çocuk kalbimle o gölgelere. Yönetmenlerin, romancıların, çocukluklarıyla eserleri arasında sımsıkı bağlar kurulabileceği inancını bende o yılları anımsamak, düşlemek, tekrar kurmak oluşturdu. Filmler ve romanlar, en dolaysız deyişle büyüdür, çocukluk anılarımız gibi! Sinema localarında uyuyup kalan veya gün boyu romanların içinde kaybolan bir çocuğun, oralardaki serüvenleri düşlerinden ayırt etmesine izin vermeyen bir büyünün içine uyanmasından daha doğal ne olabilir?
Sanattan kopuk bir toplum zengin olabilir, ama gelişmiş olamaz. Bir ülkenin, toplumun, kentin, ailenin gelişmişliğinden söz edilirken, insanlık tarihi boyunca, açık ya da örtülü, aslında bireyin incelmesine vurgu yapılmıştır. Bireyin incelmesi de doğrudan sanatla ilişkili. Onun kılık kıyafetine gösterdiği özen, çevresini düzenlemesi, nesne seçimi, yeme-içme tarzı, estetik beğeni düzeyi, davranışları ve duyarlık alanı doğrudan sanatla kurduğu bağın sonucudur.



HABERHAYAT: Sanatçının bu sorunun cevabını bilerek, farkında olarak sanatını icra etmesi eseri nasıl etkiler, bu durumda sanatçı bocalama yaşar mı?
CENGİS ASİLTÜRK:
Sanat yapıtı, tarihin hiçbir evresinde salt içgüdüsel eylemin sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Kaldı ki her sanatın kendine özgü bir dili vardır; müzik, yazın, resim, sinema vb. eserin yapılışı rastgele, sanatçının içinden geldiği gibi acemi coşkusu ve çocuksu duyarlıkla(!) olamaz. Zihin rastgeleci, içinden geldiği gibici, coşkucu, çocuksu tavrı çekip çevirir, dizginler... Sanatçı, öncelikle eser vereceği alanın dilini öğrenir, sonra tasarlar ve nihayet onu yapar; yapacağı eserin nasıl bir şey olacağını aşağı-yukarı baştan bilmektedir. Sizin deyiminizle bir 'bocalama' elbette yaşar.
Bocalama yaşamayan zanaatçılardır. Onlar, usulünce/yöntemince yapmayı öğrendikleri bir işi yetenekleri ölçüsünde iyi-kötü tekrar tekrar yapmaktadır; aynı ürünü çıkarmaktadır. Aynı şarkıyı farklı zamanlarda söyleyen şarkıcı gibi... Bir rolü tekrar tekrar canlandıran oyuncu gibi... Sanatçı ise her seferinde orijinal bir eser yaratmaktadır. Böyle bir durumda, deyim yerindeyse, düşünsel sancı yaşaması normaldir. Sanatçılık biricik olanı ve estetik has verme dışında yapılma amacı bulunmayan bir eseri tasarlama, yapabilme, özgün bir biçimde ortaya çıkartabilme yetisi değil mi? Bir roman yazmaya başlar, sonra tamamlamaktan vazgeçebilirsin! Bu nedir?

HABERHAYAT: Sanat sineması ve endüstri filmleri hakkında neler söylersiniz?
CENGİS ASİLTÜRK:
Sinema pahalı bir alandır. Bu nedenle kimi filmlerin ekonomik bir değer olarak ortaya çıkması, dolayısıyla izleyiciye ulaşması gerekir. Buna herkes saygı duymalı. Çorap, tuğla ya da benzeri bir eşya üretip satmakla film üretip satmak arasında fark görmüyorum. Endüstri filmlerinde her kültür düzeyinden insanın anlayacağı ve içinde yaşatabileceği bir hikaye çizgisi oluşturulmaya çabalanır. Senaryo yazılırken, öyküsel düzlemde izlenmesi ve anlaşılması kolay bir örgü oluşturmaya özellikle dikkat edilir. Kimi filmlerin 'sanat filmi' adı altında bilinçsizce küçümsendiği veya bilinçsizce yüceltildiği bir gerçek... Bu filmlerde herkesin keyifle izleyeceği bir öykü üstte akıp giderken, alt-metinde estetik bir değer, farklı bir anlatım gerçekleştirilmesi amaç edinilebilir. Her kesimden izleyicinin kayıtsız kalamayacağı film evreni kurmak bana hep mümkün görünmüştür. Dmytryk'in sözünü anımsıyorum: 'Otuz yıllık sinemacıyım; bir hikaye iyi anlatıldığında anlamayan izleyiciye hiç tanık olmadım.' Bilindiği gibi, film-yapı her şeyden önce zihinsel süreçtir. Onun kendine özgü kuruluşu vardır. Dil iyi kurulduğunda, iyi bir senaryonun iyi bir film olmaması için hiçbir engel yoktur.

HABERHAYAT: Albatrosun Yolculuğu edebiyat uyarlaması bir film... Çok güzel, yer yer şiirselliğine ulaşan görüntüleri var. Senaryosunu yazarken birçok metinden alıntı yapılmış durumda. İşte bu nedenlerle 'Albatrosun Yolculuğu postmodern bir filmdir' diyebilir miyiz?
CENGİS ASİLTÜRK:
Postmodern mi? bilmem. Olabilir... Sinema ile birçok sanat arasında ilişki kuruldu, bu konuda değerli çalışmalar ortaya çıktı. Tamam, neredeyse her sanat ile sinema arasında eğreti de olsa bu ilişki kurulabilir. Sinemanın şiir ve romanla bağları öteki sanatlarla kıyaslanmayacak kadar güçlü. Sinema, biçimsel düzlemde şiirle neredeyse aynı yolu izler; öyküsel düzlemde ise romanla ilişkisi sıkıdır. Hatta ondan bağımsız olamazmış gibi görünür. Edebiyat uyarlaması zordur, ancak estetik ya da atmosfer açısından avantajları da azımsanamaz bunun. Bu nedenle roman-film benim için önemli. Salt senaryo kuru kalıyor, ne yaparsanız yapınız. Roman yazılan kalem ile film çekilen kameranın yakınlığı da biliniyor.

HABERHAYAT: Farklı bir bakış açsı bu? Bu felsefeniz, Albatrosun Yolculuğu filmine nasıl yansıdı?
CENGİS ASİLTÜRK:
Yüksek lisans ve doktora tezimi sinema dili üzerine hazırlarken de, Ömer Kavur, Tülay Eratalay, Cafer Özgül gibi önemsediğim yönetmenlere yardımcılık ederken de, kendi filmlerimi (TRT için ya da başka kurumlar için) çekerken de, sinemanın bu özgün anlatım dilinin ileriye götürülebilir olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldim. Özel filmler yapabileceğim inancını bende bu süreç oluşturdu. 1991-2007 yılları arasında çektiğim kısa filmler ve TRT için çektiğim uzunlu-kısalı televizyon filmleri de, bu arzumu pekiştirdi. Roman yazılacaksa onun roman diliyle, şiir yazılacaksa onun şiir diliyle, öykü yazılacaksa onun öykü diliyle yazılmasının; resmin, resim diliyle yapılmasının gerekli olması gibi, filmler de öncelikle sinema diliyle kurulmalıydı. Bu nedenle, yönetmenlerin bir tek çekimin dahi hesabını vermesi gerektiğine inandım. Bu hem etik açıdan, hem görüntüyle bir hikayeyi yaşatma açısından böyle olmalıydı. Sinema, öyküyü izleyiciye sinemanın diliyle yaşatmalıydı; çünkü sinema görüntüyle hikaye anlatma, dahası görüntüyle hikayeyi yaşatma sanatıydı. Albatrosun Yolculuğu filmi bu bilinçle yazılmış ve yapılmıştır.

HABERHAYAT: Yeniden oraya dönmek istiyorum; Albatrosun Yolculuğu film hangi sınıfta yer alıyor? Gişe filmi, festival/sanat filmi?
CENGİS ASİLTÜRK:
Tuzaklarla dolu bir soru! Bu tür ayrımlara, böylesi kavramlara nasıl yaklaşacağımı hiç bilmiyorum ben. Hayatım boyunca iyi filmler ve iyi kurulamamış filmler gördüm; ayrımı böyle koymak istiyorum...
Bir film çok sayıda kişi tarafından izlendiği için kötü film olamayacağı gibi, az sayıda kişi tarafından beğenildiği ya da çoğu kişi tarafından anlaşılmadığı için de sanat filmi, nitelikli film olamaz! Once Upon A Time in America (Bir Zamanlar Amerika), Before The Rain (Yağmurdan Önce) çok sayıda insan tarafından izlendi, beğenildi. Bunlar hem gişe filmidir, hem sanat filmidir, hem de festival filmidir. Önemli olan anlayarak bakmak...
Şu an, gişe filmi ve festival filmi denilerek ortaya nasıl bir fark konulmak istendiğini de anlamamış olabilirim(!). Başarılı bir film, benim için sanat yapıtıdır. İzleyiciyle nerede hangi koşullarda, kaç kişiyle buluştuğunun önemi yok. Albatrosun Yolculuğu hangi kategoriye girer? Hayatla, kendinizle, dünyayla, gaiple derdiniz yoksa film çekmeyin! Başka işler de var hayatta. Bir şey 'söyleme' arzusu duymalısınız; müzik yapma, şiir yazma, roman yaratma, resim yapma arzusu gibi, önüne geçilemez bir arzu. Ben, bir şey söylemek istediğim için film çekiyorum. Albatrosun Yolculuğu da bu nedenle çekildi. Her yaştan, her eğitim düzeyinden insan izledi filmimi, anlamayan bir kişiye bile rastlamadım, ama bu filmin sanatsal yönden çok katmanlı ve güçlü bir film olduğunu da biliyorum.