İki başkent ve iki hükümet vardır 1920 Türkiye'sinde. Birisi bağımsızlığın, haysiyetin, namus yolunda milli mücadelenin başkenti Ankara ve TBMM'si hükümeti, diğeri de işgal altındaki İstanbul onun teslimiyet zilletiyle malul Damat Ferit Paşa hükümeti.

Biri 620 yıllık payitahta giren işgal kuvvetlerinin himayesinde kendi saltanatını devam derdinde, öbürü Anadolu bozkırının 20 bin nüfuslu kasabadan biraz büyük bir vilayetinde yorgun ve yoksul bir millete sırtını vererek emperyalistlere meydan okumakta.

İstanbul'un teslimiyetçileri, 10 Ağustos 1920'de Sevr'i imzaladı. Sevr bir ölüm fermanıdır ama ondan da öte bir yüz karasıdır, bir namus lekesidir. Sevr'i atlayarak Lozan'ı anlayamazsınız. Sevr'in arkasında işgal edilmiş bir ülkenin sahipsizliği ve İstanbul işbirlikçilerinin teslimiyeti, Lozan'ın arkasında ise Anadolu'nun şaha kalkmış bir millet iradesi ve onun şanlı zaferi vardır. Lozan'ın kendisi kimilerine göre bir zaferdir, kimilerine göre değildir ama şunu asla aklınızdan çıkarmayınız ki Lozan, Türk zaferinin dünyaca kabul edilmiş tescil ve tebcil belgesidir.

Sevr'i okumadan, o aşağılık anlaşmanın bize kabul ettirilen o aşağılık maddelerini bilmeden Lozan'ın kazanımlarını anlamamız mümkün değildir. Sevr, bir hayal senaryo değildir, ne yazık ki İstanbul hükümetince kabul edilmiş bir idam fermanıdır. Ankara'nın haysiyetli duruşu, 'askerinin kıçında donu, ayağında çorabı ve çarığı olmayan' bir milletin göğsündeki imanı ve başındaki komutanlarından en kıdemsiz erine kadar tümünün cesareti ve çağının harp tekniklerini en ileri şekilde uygulamasıyla yırtılmış bir ölüm fermanıdır. Kimse bize gösterip geri çekmedi, biz onu süngülerimizle yırttık ve bize Sevr'i dayatanlara biz Lozan'ı dayattık. Hayır, sadece dayatmakla kalmadık, hepsine birden imzalattık.

Lozan'ı Sevr'le mukayese yerine Misak-ı Milli(Milli Yemin/Ulusal And) ile kıyaslayarak 'Kerkük ve Musul'u kaybettik' demek, samimi bir hüznü ifade ederse, hiç itiraz etmem. Ama bir milli hüzün yerine bir siyasi kurnazlık yahut Cumhuriyete eleştiri maksadından kaynaklanırsa, ben orada olmam. Misak-ı Milli uluslararası bir anlaşma değildir. İstanbul'u ve Anadolu'nun büyük kısmını işgal eden o dönemin süper güçlerine karşı Ankara'nın bir meydan okuması ve millete bir hedef çizmesidir. O hedefi koyan da yazan da Mustafa Kemal'in bizzat kendisidir. Misak-ı Milli, tıpkı Kızılelma gibi bir milli hedeftir. Biz Milli Mücadele'de Kerkük ve Musul'u ya da 'bağırsak duyulacak' dediğimiz adaları hiç almadık ki Lozan'da kaybedelim. Kazanılmayan kaybedilmez. Nasıl 'Beç(Viyana) Kızılelması' ya da 'Rimpapa(Roma) Kızılelması'nı' devşiremediği için Osmanlıya kızamıyorsak, Kerkük-Musul hattını tutamadığı için de Kuva-yı Milliyecilere kızamayız, kızmamalıyız.

Hep toprağa dikeriz gözümüzü ama niyeyse Lozan'ın bize kazandırdığı 'ekonomik bağımsızlığa' hiç bakmayız. Osmanlının yıkılışındaki en büyük etken olan kapitülasyonlar Lozan'da kalkmıştır. Emperyalist devletlerin Ermeni Yurdu ve Kürdistan projeleri, Lozan'da tarihin çöp sepetine atılmıştır. Kürdistan projesinin tarihin çöplüğünden çıkarılıp yeniden gündemimizde taşınmasındaki hatalarımızla namusluca yüzleşmek zorundayız. Lozan'da bize dayatılan hususlardan birisi de 'Müslüman azınlık' meselesidir. Bu da müstevlilerin kursağında kalmıştır ama son zamanlarda bu bayat aş da ısıtılıp soframıza servis edilmektedir.

Şimdilik son bir şey daha: Lozan'da heyet başkanımız İsmet Paşa'dır ama birinci yardımcısı da zamanın sağlık bakanı ve Sinop milletvekili Dr. Rıza Nur'dur. Meclis Reisi Mustafa Kemal Atatürk'tür ama başbakan da Hüseyin Rauf Orbay'dır. Sevr'i onaylayan Saltanat Şura'sı, Lozan'ı onaylayan ise o Milli Mücadele'yi yürüten Gazi Meclis'tir, Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir.