İktidar için göstermediği gayreti her fırsatta iktidardan kaçmak için gösterdi. İktidardan kaçmak için harcadığı çabanın yarısını partisini iktidara taşımak için harcamadı. Milletin koltuğunu korumak konusunda ne kadar isteksiz ne kadar yüreksizse kendi koltuğunu korumak için de o kadar istekli ve o kadar yürekli(!) çıktı. İktidar koltuğunu iki buçuk yılda bırakıp kaçtı ama genel başkanlık koltuğunu on yedi yıldır bırakmıyor. Keşke tersini yapsaydı.

Genel başkan oluncaya kadar sessizliğiyle meşhurdu. Partinin genel sekreteri olduğu günlerde edindiği 'sabah girdiği odasından akşam çıkma' alışkanlığını genel başkanlığında da ısrarla ve inatla sürdürdü. On yedi yıldır, başkaları tarafından hazırlanmış metinleri salıdan salıya grup toplantılarında bağıra çağıra okumayı ve elini Battal Gazi'nin kılıcı gibi bir aşağı bir yukarı sallamayı, seçimden seçime de iki üç meydan mitingi yapmayı yeterli gördü.

1999 seçimlerinden yüzde yirmiye yaklaşan bir oy oranıyla ikinci parti çıkmıştı. Başbakan olması işten bile değildi. Hem ANAP hem DYP hem de Refah Partisi onun liderliğinde bir koalisyona girmeye hazırdı. O kendisine sunulan bu imkanı kimseyle istişare etmeden elinin tersiyle itti ve partisini Bülent Ecevit'in başbakanlığına, Rahşan Ecevit'in ağır hakaretlerine teslim etti.

Süleyman Demirel'in görev süresi dolduğunda, partisinden birisinin cumhurbaşkanı olma şansı doğmuştu. ANAP, DYP ve Refah Partisi milletvekillerinin büyük çoğunluğu MHP'li Sadi Somuncuoğlu'nun cumhurbaşkanlığına olumlu bakıyordu. O Ecevit'in bulduğu Necdet Sezer'e yattı. Meclis kapısında pusuya yatırdığı fedaileri de Sadi Somuncuoğlu'na saldırdı. Başbakanlığın ardından cumhurbaşkanlığı da gitmişti.

Kaçan fırsatlara ağlamaya vakit bırakmadan bu sefer de 'erken seçim' talebiyle partisini hem hükümetten etti hem de Meclis dışında bıraktı. AK Parti'nin 14 yıldır süregelen iktidarında onun kimden ve nereden aldığı hala bilinmez bir akılla dillendirdiği '3 Kasım erken seçim' dayatmasının büyük payı vardır.

Bu onun meşru organlarıyla görüşmeden yaptığı anlık(!) ve fevri çıkışlarından ikincisiydi ama sonuncusu olmadı. 80 milletvekiliyle çıktığı 7 Haziran seçiminin gecesinde yine kimseyle konuşma ihtiyacı duymadan ve yine bağıra çağıra, yine elini Battal Gazi'nin kılıcı misali aşağı yukarı kaldıra indire 'erken seçim de erken seçim' diye tutturdu. Onun alışkanlık mı yoksa bir ince hesap gereği mi olduğunu hala kimsenin anlamadığı bu son çıkışının ardından yapılan 1 Kasım seçimlerinin kaybedeni yine MHP idi.

Son sürprizi yine kimseye danışmadığı anlaşılan 'anayasa değişikliği' önerisi oldu. Nereden aldığı bilinmeyen bir ilhamla yine bir sabah kalktı ve 'başkanlık sistemi' talebini dillendirdi. Gerekçesi de o güne kadar görülmemiş derecede ilginçti: 'Cumhurbaşkanı anayasaya uymuyor, öyleyse biz anayasayı Cumhurbaşkanına uyduralım!'

Bundan önceki -kaynağı ve ilhamı meçhul- çıkışları MHP'yi sürekli iktidardan uzaklaştırmıştı ama bu son çıkışı -kendisini ve yakın çevresini bilmem ama- MHP'yi siyaset sahnesinden silecek gözüküyor. Hem de ülke bütünlüğünün çok daha önem kazandığı, sınırlarımızın iç ihanetler ve dış saldırılarla zorlandığı ve MHP'nin milli duruşuna her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu ve daha da duyulacağı günlerde. MHP'nin önce TBMM'den sonra da yerel yönetimlerden tasfiyesine zemin hazırlayacak yeni anayasa önerisini MHP genel başkanının getirmesi ve eğer bir başka hesap yoksa hepsi de siyaset sahnesinden tasfiyeye mahkûm kadroların desteklemesi garip değil mi?

Ülkücü kadrolar bürokrasiden, yargıdan, üniversitelerden ve iş hayatından çoktan tasfiye edilmiş, en azından etkisiz kılınmışlardı. Siyaset sahnesinden tasfiyesiyle Türk milliyetçiliğinin tabutuna son çivi çakılıyor. Devlet Bahçeli'yi bilmem ama MHP'liler bu vebali taşıyamaz.