Üzerinde yaşadığımız ve vatan edindiğimiz, Anadolu, üç kıtanın birleştiği yerde bulunmaktadır. Jeolojik ve tektonik bakımından çok hareketli bir yeri işgal etmektedir. Ben ne bir jeolog ne de bir deprem bilimciyim. Sadece, deprem ile ilgili haberleri takip eden ve bilim insanlarını can kulağı ile dinleyen birisiyim. 15 Ağustos 1999'daki, Marmara depreminden bir ders çıkardığımızı söyleyemem. Birkaç gün önce Ege Bölgesi'nde meydana gelen deprem, özellikle bu bölgede yaşayanları çok tedirgin ettiği ortadadır. Tüm bunlar olur iken, daha neyi beklediğimizi anlamak mümkün değildir. Birkaç gün sonra her şeyi unutuyor ve bir şey olmamış gibi yaşantımıza devam ediyoruz. Ülkemizde önemli fay hatları üzerinde, çok büyük nüfusları barındıran şehirlerimiz bulunmaktadır. Öteden beri, taşı toprağı altın diyerek; Türkiye'nin büyük bir popülasyonunu barındıran İstanbul, beni çok endişelendirmektedir. Şöyle bir beyin jimnastiği yaptığımız zaman, Türkiye'nin bütün yumurtalarını koyduğu sepeti İstanbul'dur. Olası bir depremde, can kaybı, binaların yıkılması ile ortaya çıkacak olan zararı hesaplamak mümkün değildir. Allah korusun böyle bir felaket sonrası, sadece İstanbul değil; bütün Türkiye'nin içinde bulunacağı durumu düşünmek istemiyorum. Verilen rakamlara göre, Türkiye'deki binaların % 80'i veya daha fazlası bir depremden fazlası ile etkilenecek yapı özelliğindedir. Bilim adamlarının sık sık yaptıkları konuşmalara ve yazılarına rağmen, hala önlemlerin alınmadığını görüyoruz. Lütfen, Marmara depreminin bütün acılarıyla yaşandığı yerlerdeki yapılaşmaya bakınız. Binlerce vatandaşımızın canına malolan bu depremden sonra, böyle yapılaşma vurdumduymazlık değil de, nedir? İnsan canı bu kadar ucuz mu? Başımıza gelen bu musibetler, bizi niçin akıllandırmaz, bunu anlamak mümkün değildir. Çok kötü olan huyumuz, bütün uyarılara rağmen; önlemleri almayız ve sonra dizlerimize vururuz.

Yaşlı bir adamın, kendi gibi, yıkılacak durumda salaş bir evi varmış. Yaşlı adamın evini tamir etmek için ne takati ne de parası varmış. Bir gün ihtiyar adam, evine seslenerek 'Ey ihtiyar dostum, evim; ben çok ihtiyarladım, seni tamir için takatim yok, aynı zamanda tamir ettirebilmek için param da yok. Yıkılmadan önce lütfen bana haber ver ki, enkaz altında kalıp can vermeyeyim' der. Olacak bu ya, ev dile gelir 'Peki dostum, ben sana haber vereceğim' der. İhtiyar adam bundan sonra, rahatlıkla evini kullanmağa ve uyumağa devam eder. Bu arada, duvarlarda meydana gelen çatlakları da çamurla doldurur. Aradan bir süre geçer, fakat bir gün ansızın ev yıkılır. İhtiyar adam evin dışında olduğu için bundan sağ olarak kurtulur, ama evden bir haberin gelmemiş olması onu üzer. Bunun üzerine yıkılmış evine hitaben 'Benim ihtiyar dostum, hani yıkılmadan önce bana haber verecektin' deyince; ev iniltili bir sesle ' Dostum haber vermek için ne zaman ağzımı açsam, onu çamur ile dolduruyordun, nasıl haber verebilirdim ki' der. Kısa sürelerde meydana gelen depremler, daha sonra gelecek büyük depremlerin habercisi değil midir? Çatlakları niçin çamurlarla doldurmağa devam ediyoruz. !999 yılından bu yana alınan deprem vergileri ile depreme dayanıklı binalar inşa ettik mi? Depreme dayanıksız binaları yıkarak yerine, yenilerini yaptık mı? Depremle iç, içe yaşayan Japonya'dan örnek almamız gerekmez mi? Siyasetin tozu dumanı arasında ülkemizin temel sorunlarının göz ardı edildiği gerçeği ile karşı karşıyız. Bu konuda yapılacak çok şey var ve bilim adamlarının tavsiyesine göre gerekli tedbirler alınmalıdır. Saygılarımla.