Geçen haftaki yazımda, 2016 yılında yürürlüğe giren Paris İklim Anlaşması'ndan, Trump'ın ülkesini bu anlaşmadan çekme kararından ve 2020 yılında yapılması planlanan yeni bir anlaşmadan söz etmiştim. Yeni anlaşmanın, iklim değişikliği ile mücadele konusunda belki de dünyanın önündeki son şans olduğunu da özellikle vurgulamış ve bu anlaşma ile ilgili beklentileri sıralamaya başlamıştım. Yeni anlaşmanın getirmesi beklenen en önemli yeniliğin, önceki anlaşmalarda yapılan gelişmiş ülke-gelişmekte olan ülke ayrımının terk edilmesi ve artık küresel karbon salınımının yüzde yüzünü kapsayan bir sınırlama politikasının hayata geçirilmesi olduğunu anlatmıştım. Mevcut küresel ısınmadan tarihi olarak sorumlu olmasalar da, şu an dünyanın en çok salınım yapan ülkelerinin başında gelen Çin, Hindistan, Kore, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerin önümüzdeki yıllarda her tür kısıtlamadan muaf tutulmalarının mantıklı olmaktan uzaklaştığını izah etmiştim. Yer darlığından ötürü yazımı o noktada kesmek zorunda kalmıştım. Şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz.

2020'de imza edilecek olan yeni iklim anlaşmasının getireceği kısıtlama ve yaptırımların tüm dünya ülkeleri ile dünya karbon salınımının tamamını kapsaması, insan kaynaklı küresel ısınmayla mücadelede çok önemlidir, ama tek başına yeterli değildir. Bunun yanı sıra, yeni anlaşmanın sadece fosil yakıtların yakılmasını sınırlandıran değil, doğrudan bu kaynakların toprak altından çıkarılmasını sınırlandıran daha net bir anlayışı uluslararası hukukta egemen kılınması da gerekmektedir. Nitekim şimdiye değin ne zaman çevreci bir refleks harekete geçti veya karbon salınımının azaltılması için bir uluslararası sözleşme imzalandı ise, bunun sonucu petrol üreticisi ülkelerin kaynaklarını daha hızlı çıkarmaları ve ironik bir şekilde daha fazla karbon salınımı olmuştur. Pazarlarının zarar göreceğini hisseden fosil yakıt üreticilerinin verdiği ilk tepki, her halükarda kaynak çıkarma işlemlerini öne çekmek, diğer deyişle hasadı hava bozmadan kaldırmaktır. Enerji uzmanları tarafından 'yeşil paradoks' olarak adlandırılan bu durumu engellemek için, uluslararası hukukun doğrudan fosil yakıtların çıkarılması ve işlenmesi meselesine sınırlamalar getirmesi şarttır.

Dünya ülkelerini bir araya getirebilir ve yeşil paradoksu aşabilirsek enerji-çevre ilişkisini yeni baştan organize eden bir dünyayı mümkün kılabiliriz. Geçmişteki başarısızlıklar, 2020 ve onu takip edecek yakın gelecekte atılması beklenen kararlı adımlar için ümitli olmamıza engel teşkil etmemelidir. Tüm dünya devletleri, arada sırada çıkan bazı çatlak seslere rağmen, genel anlamda iklim değişikliği sorununun boyutlarının farkına varmış ve uzun vadede karbon emisyonunun dip noktaya kadar çekilmesi için gerekli önlemlerin hayata geçirilmesi konusunda en azından ilkece uzlaşmış görünmektedir. Bugüne kadar ortaya konan uluslararası sözleşme ve anlaşmaların belirlediği hedeflere ulaşmakta başarısız olunduğu bir gerçektir, ancak hedeflere her seferinde biraz daha yaklaşıldığı da bir diğer gerçektir. En önemlisi, sorunla ilgili farkındalık bakımından kaydedilen ilerlemedir. 20 yıl kadar önce iklim değişikliği haber değeri bile olmayan bir olguyken, şu anda bilincimizin ayrılmaz bir parçasıdır ve yeryüzünde iklim değişikliğinden haberi olmayan insan bulmak çok zordur.

Dünya çocukları artık okullarında ve internette ekolojik ayak izi denen kavramı duyuyor, insanların ve diğer tüm canlıların yaptığı her şeyin biyosferin başka bir parçasında yaşayan bir başka insanı veya canlıyı etkileyen ekolojik bir ayak izi bıraktığını öğreniyorlar. Sistemin düzgün işlemesinin unsurlar arasındaki sürdürülebilir ilişkiye bağlı olduğunu ve tüm canlıların biyosferdeki ekosistemlere ait diğer canlılarla çok çeşitli şekillerde iç içe geçmiş sinerjik ilişkiler sayesinde varlığını sürdürdüğünü kavrıyorlar. Biyosferin en büyük ailemiz ve onun sağlığı ve esenliğinin bizim sağlık ve esenliğimizin kaynağı olduğunu net biçimde görebiliyorlar. Bunları öğrenerek büyüyen yeni nesil akademide görev almaya başladığından, üniversitelerin küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda hazırladığı yayınlar, konferanslar, rapor ve bildiriler de yıldan yıla artıyor. İstisnasız her gün dünyanın bir köşesinde su forumları, iklim değişikliği seminerleri ve sürdürülebilirlik temalı pek çok bilimsel toplantı düzenleniyor. Küresel ısınmayı konu eden filmler, belgeseller ve kitapların sayısı, her yıl katlanıyor. Dünya genelinde çevreci örgütlere ve yeşil partilere yönelimde de dikkat çekici bir artış var. Bütün bu gelişmelerin dünya siyasetini ve ekonomisini yöneten güçler üzerinde yarattığı baskı, uluslararası hukuku istenen noktaya getirecek bir işlev görüyor. Süreç, hızla geleceğin dünyasına doğru ilerlerken, yenilenebilir enerjiler olanca çekicilikleriyle sahneyi kapmaya başlıyorlar. Haftaya geleceğin enerji kaynaklarından bahsedeceğim.