Tanzimat'tan bu yana bizde bir öncekine tepki olarak ortaya çıkan hemen her edebî topluluk, grup ya da akım kendisinin yeni olduğunu ileri sürer, hatta kimileri adının başına bir "yeni" sıfatı eklemeyi de ihmal etmezler. Bu durum, doğal olarak bir "eski" kavramının varlığını da gündeme getirir. Böylece toplumda sürüp giden bir "eski-yeni" tartışması da başlamış olur. Peki, ama kimin zevkine ve hangi ölçütlere göre "yeni" ya da "eski?" Sanat, edebiyat ve şiir söz konusu olunca bu tür nitelemeler, insandan insana değişebilen rölatif, göreceli ifadeler olarak kalmaktan öteye pek gitmez. Zira renkler ve zevkler tartışılmaz. Hele söz konusu şiirse gelenekten, eski olandan kopmak asla yeni olmanın bir ön şartı sayılamaz, sayılmamalıdır. Zira şiirin esası, temeli, özü zaten gelenektir. Dolayısıyla şiirin eskisi yenisi olmaz; sadece güzeli, başarılısı ve mükemmeli olur. Önemli olan şu ya da bu dönemde, şu ya da bu anlayış çerçevesinde, aruzla, heceyle ya da serbest bir anlayışla yazılmış olması değil, şiirin kendisidir; okurken ya da dinlerken bizde estetik bir haz uyandırması, kendisini yarınlara taşıyabilecek iyi ve güzel niteliklerle donanmış olmasıdır. Bu bakımdan şiirimizin büyük ustalarından Yahya Kemal (1884-1958)'in, "Şiir sizce nasıl olmalı?" sorusuna verdiği, "Şiir, şiir olsun, kafi, derim." cevabı çok anlamlıdır ve elbet tam bir gerçeğin dile getirişidir.

Öte yandan, her yeni güzel ve mutlaka kabul edilebilir olamayacağı gibi, eskinin, yani gelenekten güç ve ilham alanın bir çırpıda horlanıp dışlanması, üzerine bütünüyle bir perde çekilmesi de doğru bir yaklaşım tarzı olamaz. Hele şiir, kültür, sanat ve edebiyat söz konusu olunca bu büsbütün tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Zira bunlarda geleneğe dayanmak esastır. Zamanın ilerlemesi ve devirlerin değişmesi bunların özünde, asıl ve temel dokularında herhangi bir değişmeye pek yol açmaz. İçinde oluştukları toplumun zaman içinde kültürüne eklediği değerlere ve unsurlara bağlı olarak bunlar da sadece yeni birtakım elbiseler giyerler ve yeni renklere bürünürler. Gerçek sanat zaten eskimez; tam tersine yıllar geçtikçe değeri daha da artar, antikalaşır. Bizim sanat, şiir, kültür ve edebiyatta yeni dediğimiz şey, aslında bir devam zincirinin son halkası, köklü bir geleneğin son tezahürü, son ürünü olarak ortaya çıkar ve Tanpınar'a göre, bir edebiyat ve sanat ancak kendi ananesi içinde yenileşebilir ve her yeninin eskiye bakan bir tarafı mutlaka vardır. O itibarla, sanat ve şiir söz konusu olunca, geleneğe bağlı olmak, geçmişten güç ve ilham almak ve ondan yararlanmak asla anakronik bir tavır olarak görülmemeli, tam tersine yeni ufuklara açılmanın, "na-refte-rah" (yeni, gidilmemiş bir yol) açmanın belki de ilk şartı sayılmalıdır.

Tanpınar'ın da söylediği gibi, her sanat hareketi ancak kendi geleneği içinde değişerek gelişir ve günümüze ulaşabilir. O bakımdan şiir olsun roman olsun, bunlar dünle, geçmişle ilgilerini bir çırpıda keserek, gelenekten gelen unsurları yok sayarak gelişemez ve aşama yapamazlar. Ancak değişen şartların bir gereği ve sonucu olarak kendilerini yenileyerek ve aşarak gelişirler. Doğru ve ilmî olan da budur. Aslında yüzyılların birikimi olan değerleri taşıyıp önümüze getiren geleneğin sağladığı imkanları göz ardı etmek, onlardan uzak durmak günümüz şairini, sanatçısını zengin bir kaynaktan yoksun bırakır, onun hareket alanını ve gücünü sınırlar ve zayıflatır. Onun başarması gereken şey, geleneğin getirip önüne koyduğu şiire ilişkin öğeleri, denenmiş, tam kıvamını bulmuş formları yok saymak değil, onların içini yeni değerlerle doldurmaktır. Temel sağlamlığı her işte olduğu gibi, şiirde de çok önemlidir. Sağlam temeller üzerinde yükselmek daima kolay ve güvenli olur. Önemli olan iyi bir başlangıç yapmak, kuvvetli bir tramplene (atlama tahtası; burada geleneği kastediyorum) dayanarak sıçrayabilmektir. Bunu başarabilen bir şair, kalıcı, uzun ömürlü şiirler üretmede zorlanmaz. Çünkü şair gerçek kişiliğini bir yerlere dayanarak bulur, bir yerlere dayanarak sıçrar, sivrilir ve şair olur. Bu dayanak önce onun sanatçı kimliğini ve kişiliğini şekillendiren sanat, edebiyat ve şiir ortamının oluşturduğu kültürel zemindir; şiirinin beslendiği millî geçmiştir, mazidir. Her sanat hareketi gibi şiir de yeni bir hamle yapmak için böyle sağlam bir zemine muhtaçtır. Kendi geleneği ile sıcak bir temas kuramayan, kendi ruh ikliminden uzaklaşan şairin bir süre sonra tutunacağı bütün dallar elinde kalabilir; adıyla sanıyla silinip gidebilir o şair. Aslında üstün, özgün ve farklı bir söyleyişe, has şiire ulaşmak için ille de şiirin geleneksel dokusundan ve yapısından uzaklaşmanın da hiçbir gereği yoktur. Aksine o geleneksel çizginin izlenilmesinde sayısız yararlar vardır. O sebeple, şiirini zengin bir kültürel birikime, köklü bir geleneğe bağlamaktan korkan her şair, bir bakıma bindiği dalı kesiyor demektir. Çünkü geleneği ihmal edenler, yeniyi kurmada da zorlanırlar. Onlarda hep bir eksik taraf bulunur; ne tam eskinin gücünü gösterebilirler, ne de yeni, özgün ve orijinal olabilirler. Ölçüyü tutturamazlar, mükemmeli yakalayamazlar; bir süre sonra da unutulup giderler. Edebiyat tarihimizde bunun pek çok örneği vardır. "Yeni" olarak nitelenen bir şiir, eğer gücünü geleneğin zengin birikiminden alarak kurulur, ortaya böyle bir anlayışın sonucu olarak çıkarsa, işte ancak o zaman bir anlam ve değer kazanır ve elbet kalıcı olur. Yakın dönem şiirimizde Yahya Kemal ve Necip Fazıl gibi eskiyi, yani gelenekten geleni ihmal etmeden yeniyi yakalamış, o yüzden de şiirimizin en güçlü temsilcileri arasında yer almış pek çok usta şair vardır.

Geleneğin asırlar içinde olgunlaştırıp şekillendirdiği şiire ilişkin öğeleri ve estetiği benimsemek, onları aynen taklit etmek anlamına da gelmez. Yapılması gereken şey, onları sindirmek, günümüz şiir ve sanat anlayışı içerisinde eritmek, onlara yeni ve çağdaş bir ruh kazandırmaktır. Şiirin gelenekle bağını koparmamak demek, oturup ille de aruzla ya da divan şiirinin kelime kadrosuyla, terkipli ve muğlak dili ile şiirler yazmak, bunu savunmak da değildir. Bizim gelenek dediğimiz şey, geçmişin derinliklerinden süzülüp gelen, içinde oluştuğu topluma millî kimliğini veren zengin bir kültüre dayanmak, onu yeni değerlerle yoğurup yorumlayarak bugüne taşımaktır. O kültürün içinde elbet "eski" olarak nitelenen şiir de vardır. "Şiir-gelenek" ilişkisi söz konusu olunca savunulan şey, işte o "eski" denilen şiirin malzemesini yeni bir anlayışla işlemektir. O şiiri zenginleştiren ses, ritim, hayal, mecaz, sembol, vezin, kafiye, redif vb. klasik unsurları yabana atmadan günümüzün duyarlıklarını şiire taşımaktır ve elbet en başta, muhteva (içerik) olarak nice din, tarih ve kültür değerini barındırması bakımından vazgeçilmez bir duyarlıklar alanı olan o şiire bakmayı, onu bugünün aklıyla okumayı bilmektir. Yoksa gelenekçi edebiyatı ve şiiri savunan hiç kimse, günümüz şairinden, söz gelişi bir Fuzulî, bir Bakî, bir Nedim, hatta bir Karacaoğlan olmasını, onların şiir zevkini günümüze taşımasını bekliyor değildir. Bu çok saçma, anlamsız ve mantık dışı bir şey olur. Ancak eski dönemlerin büyük şiir ustalarını yok saymak, onların günümüz şiirine herhangi bir katkısı olamayacağını düşünmek de aynı oranda saçma, anlamsız ve mantık dışıdır. Eski bir filozofun söylediği gibi, bir suda iki kere yıkanılamayacağını bilmek kadar, o suyun debisine katılan yeni birtakım sularla daha coşkun bir şekilde akmaya devam ettiğini de unutmamak lazımdır. Dolayısıyla dünden, eskiden kaçmak, bir kaçış psikolojisine kapılmak gerçeği değiştirmez. Biz istesek de istemesek de geçmiş vardır. Onu hiç kimse zaman tünelinden çıkarıp atamaz. Bu mümkün değildir ve 19. yüzyılda yaşamış Danimarkalı ünlü filozof ve teolog S.Aabya Kierkegaard'ın da dediği gibi, "Hayat geriye bakarak anlaşılır, ileriye bakarak yaşanır."

Gelenek dediğimiz şey aslında yalnız sanat, edebiyat ve şiire has bir kavram da değildir. O, hayatımızın her anında ve her alanında varlığı hissedilen güvenli bir taşıyıcı, çok sağlam bir köprüdür. Zamanın mazi, hal ve ati (geçmiş, hal, gelecek; dün, bugün, yarın ) diye itibarî olarak ayrılan parçaları arasında kurduğu bağlarla nesilleri buluşturup kaynaştıran, böylece millî hayatın devamını, Yahya Kemal'in deyişiyle "imtidad"ı, (sürekliliği, devamlılığı, millî akışı) sağlayan geleneksel değerlerdir. Bugünkü hayatımız, olaylar karşısındaki tavrımız, sosyal ilişkilerimiz ve elbet sanat ve şiir anlayışımız, hep geleneğin bin yıllar içinden süzerek günümüze taşıdığı nice güzelliğin ve kültürel değerin yaktığı ışıkla aydınlanır, şekillenir ve gün yüzüne çıkarlar. Geleneğin asırları aşan yolculuğu elbet dünden bugüne ve yarınlara doğrudur, ama yalnız bugünkü hayatımızı idare edip yönlendirenler değil, geleceğimizin alt yapısını kurup hazırlayan, böylece gideceğimiz yolu da aydınlatacak olan fikir, kültür ve zihniyet kodlarının hemen tamamı da onun içinde saklıdır. Kısaca gelenek, yalnız şiir ve sanatta değil, çoktandır kaybettiğimiz, ancak bugün neredeyse mum ışığı ile aradığımız insanî, ahlakî, vicdanî, irfanî ve hatta siyasî bütün değerleri içinde barındıran zengin bir hazinedir ve çevresi, içinde yaşadığı ortam her geçen gün biraz daha kirlenen günümüz insanının bu hazineye olan ihtiyacı, bugün her zamankinden çok daha fazladır.