Siyasete o kadar daldık, aklımızı, bilgimizi ve gönlümüzü öylesine sorumsuzca siyasete ipotek ettik ki hayatı güzelleştiren ve insanı insan yapan neredeyse hemen her değeri, her kültür unsurunu hayatımızdan çıkardık. Kaybettiklerimizi geri kazanabilir miyiz? Pek sanmıyorum. Bazılarını hepten unuttuk bazılarını da tam yeni bulmuşken, ne olduğunu henüz öğrenecekken kaybettik.

Lügatimiz hiç bu kadar fakir olmamıştı. Babaannem ilkokula gitmemişti, okuma yazma bilmezdi ama yeri geldiğinde 'adap, edep, haya, iffet, hicap, ar ve namus' kelimelerini hiç duraksamadan ve hiç yanlışa düşmeden cümle içinde kullanırdı. 'Haya imandan gelir' sözünün aslını bilirdi 'El haya vel iman' derdi. Şimdilerin bırakın ortaokul, bırakın lise mezunlarını kaç üniversite mezununun kaçı yukarıdaki kelimelerin kaçının anlamını bilir, kaçını kullanmıştır bugüne kadar ve kaçını hala kullanmaktadır?

Bahçe duvarlarımız vardı bizim, yüksekti. O irfana yabancı olan sanırdı ki hırsızlığa tedbirdir. Değildi, içerideki varlığın da yokluğun da önünde bir hicap perdesiydi o duvarlar. Varlığı yoksullar görüp gözleri kalmasın, yokluğu da düşmanlar görüp sevinmesin diye çekilirdi hicap perdeleri. Onlar Türkmen kocası, gönüller sultanı Yunus Emre'nin deyişiyle 'ne varlığa sevinirler ne de yokluğa yerinirlerdi' onlar şükür ehliydi ve sadece bulduklarına değil bulamadıklarına da şükrederlerdi. Onların torunları şimdi -zaman zaman ben de aynı suça ortak oluyorum- şatafatlı sofra fotoğraflarını sosyal medyada paylaşmakta. Bizim çocukluğumuzda sokakta herhangi bir şey yemek büyük suçtu ve yasaktı. Başka çocuklar görür de gözü ve nefsi kalır diye.

Bilgimi gözden geçiriyorum, dostlarımla konuşuyorum, Osmanlı'da böyle bir Ramazan sofrası olduğu yolunda bir bilgi kırıntısına rastlayamıyorum. Yokluklarından değil adaplarından olsa gerek. Osmanlı'da iftar daveti yok değil, var, hem de oldukça yaygın. Ama meydanlarda davul zurna ya da ne bileyim mehter eşliğinde ve beytülmal bütçesinden değil, kendi konaklarında ve kendi keselerinden. Bir de 'diş kirası' var eski kültürde. Davetlilere iftardan sonra bir hediye verilir ki 'diş kirası' onun adıdır. Benzeri hala kaldı mı bilmiyorum Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk neslinde yaşayan 'misafirlere hediye' verme geleneği de vardı bizim geçmişimizde. Ben son temsilcilerini tanıma mutluluğuna ermiş bir faniyim. Özellikle çocuklara verilirdi ve çoğu zaman da bir mendil olurdu. Mendil o yıllarda yaka cebinde kıyafeti tamamlayan bir süs vasıtası değil bir temizlik aracıydı. O devirde insanlar sokağa tükürmez, balgamlarını herkesin ortasına boca etmezlerdi.

Siyasetin kavgacı, hırçın ve imha edici dili, sen bizden neler alıp götürdün, bir bilsen. Ya da biz siyasetin kavga bataklığında neleri nasıl kaybettik, ah bir düşünsek! Kaybettiğimiz manadır kazandığımız şekil. Manayı şekle ya da eski zamanların diliyle 'mazrufu zarfa' feda ediştir. Kim ne zaman ve nasıl dolduracak o cafcaflı zarfın içini gerçek ve deruni mana ile? Ne yazık ki dolmayacak, doldurulmayacak. Çünkü biz mazrufu unuttuk. Biz mazrufun anlamını bile unuttuk. Yazık hem de çok yazık…