Değerli okurlar;

Bildiğiniz gibi Türkiye ekonomisinin bazı dönemsel sıkıntıları dışında, en büyük ve kalıcı yapısal problemi cari açık problemidir. Bunun altında yatan başlıca sebeplerden biri ise, şüphesiz enerji konusundaki dışa bağımlılığımızdır. Kıtaları birbirine bağlayan, stratejik açıdan mükemmel bir konumda bulunan, tarihi ve kültürüyle eşsiz bir zenginliğe sahip olan ülkemizin belki de tek coğrafi şanssızlığı topraklarının altında zengin fosil yakıt rezervlerinin yer almayışıdır. Türkiye, on yıllardır kullandığı kömür, petrol, doğalgaz ve elektriğin büyük çoğunluğunu ithal etmiş ve sırf yıllık enerji ithalatımız, bazı dönemlerde tüm ihracat toplamımıza yaklaşmıştır.

Fakat bugün gelinen noktada, Türkiye'nin cari açık ve enerjide dışa bağımlılık yazgısını değiştirebilmesi için önünde daha önce hiç sahip olmadığı kadar büyük bir fırsat belirmiş durumdadır. Bahsettiğim fırsat, haftalardır yazılarımda da anlatmaya çalıştığım, dünyanın gitmekte olduğu yön ile ilgilidir. Küresel ısınma ve iklim değişikliği ile mücadele kapsamında tüm dünya adım adım fosil yakıtları terk eder ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımları artırırken, Türkiye de aynı harekat planını takip etmelidir. Yer yer nükleer, hidrogüç ve jeotermal enerji ile de desteklenen güneş ve rüzgar enerjisi temelli bir yenilenebilir enerji rejimi, Türkiye'nin esaslı kurtuluş reçetesi olacaktır. Dahası, Türkiye orta ve uzun vadede zaten tüm dikkati ve hızıyla bu yöne yönelmeye mecbur kalacaktır.

1994 yılında yürürlüğe giren BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin ilk halinde Türkiye, hem Ek-1 (tarihsel sorumluluk), hem de Ek-2 (ileri yükümlülük) listelerinde yer almaktaydı. Türkiye, bunun adil olmadığını düşünmüş ve sözleşmeye imza koymamıştı. Dolayısıyla sözleşmeye dair Kyoto Protokolü 1997 yılında kabul edildiğinde Türkiye henüz Sözleşmeye taraf olmadığı için Kyoto Protokolü kapsamında herhangi bir sayısallaştırılmış salınım azaltım yükümlülüğü altına da girmemişti. Takip eden yıllarda Türkiye'nin diplomatik girişimleri sürmüş, sözleşmedeki konumunu değiştirmek üzere uzun süre mücadele vermişti. Nihayet 2001 yılında girişimleri olumlu sonuç vermiş, Fas'ın Marakeş kentinde gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı'nda 'Türkiye'nin isminin Ek-2'den silineceği ve özel şartları tanınarak diğer Ek-1 ülkelerinden farklı bir konumda Ek-1'de yer alacağı' yönünde karar alınmıştı. Böylelikle Türkiye 24 Mayıs 2004 tarihinde Sözleşme'nin Ek-1 listesindeki diğer ülkelerden farklı konumdaki bir Ek-1 ülkesi olarak Sözleşme'ye katılmış, 26 Ağustos 2009 tarihinde ise karbon salınım azaltımına gitmemek kaydı ile Kyoto Protokolü'ne taraf olmuştur. 2016 yılında Paris İklim Anlaşması'nı imza eden ülkelerden biri de Türkiye'dir, fakat henüz TBMM'den geçirerek onaylamamıştır. Neticede şu anda Türkiye'nin herhangi bir karbon salınım kesintisi yapma yükümlülüğü bulunmamaktadır. Fakat Kyoto'nun ve Paris Anlaşması'nın yükümlülüklerinden kaçınan pek çok diğer ülke gibi Türkiye için de 2020 yeni bir milat olacağa benzemektedir. Öyle veya böyle, çok uzun zaman boyunca kaçınmaya devam edemeyeceği bazı yükümlülükler Türkiye'yi de beklemektedir. Ufukta görünen bu geleceğe şimdiden hazır olmak gerekmektedir.

Nitekim ülkemizde yenilenebilir enerjiye yatırımları teşvik etmek adına pek çok kanun çıkarıldığı gibi, iklim değişikliği strateji belgeleri ve eylem planları gibi çeşitli düzenlemeler de tamamlanmaktadır. Bu düzenlemelerin de etkisiyle Türkiye, şu an için yenilenebilir enerjiler konusunda nispeten iyi noktada olan ülkelerden biri halini alabilmiştir. Günümüz itibariyle milli enerji ve maden politikasının önemli ayaklarından güneş, rüzgar ve suyun başını çektiği yenilenebilir enerjinin Türkiye'nin kendi ürettiği elektrikteki payı 2023 için hedeflenen yüzde 30 düzeyini şimdiden aşmıştır. Son 10 yılda elektrik üretim tesisi yatırımlarının yüzde 53'ü yenilenebilir enerjide gerçekleşmiş; rüzgar, güneş ve jeotermal kaynaklar için atılan önemli adımlar sayesinde Türkiye'de yenilenebilir kaynakların kurulu güç içindeki payı, dünya ortalamasının üzerine fırlayabilmiştir. Küresel olarak ihtiyaç duyulan elektriğin yüzde 66'sının fosil yakıtlardan ve yüzde 24'ünün yenilenebilir kaynaklardan elde edildiği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye yüzde 31-32 ile dünya ortalamasının çok daha üstünde yer almayı başarmıştır.

Türkiye'nin bir büyük şansı da jeolojik ve coğrafik konumu itibariyle aktif bir tektonik kuşak üzerinde yer aldığı için jeotermal enerji açısından dünya ülkeleri arasında zengin bir pozisyonda bulunmasıdır. Ülkemizin her tarafına yayılmış yaklaşık bin adet doğal çıkış şeklinde ve değişik sıcaklıklarda jeotermal kaynak mevcuttur. 2017 yılı sonuna ait verilere göre dünyada jeotermal enerjiden elektrik üretiminde ilk beş ülke ABD, Filipinler, Endonezya, Türkiye ve Yeni Zelanda şeklinde sıralanmaktadır.

Türkiye'de güneş, rüzgar, jeotermal ve diğer tüm yenilebilir enerjilere yapılan yatırımların artması ve hızlanması olağanüstü önem arz etmektedir. Sadece kaynaklarda değil, bu enerji tesislerinin kurulum teknolojilerinde de millileşerek kullanılan parçaların ithalatını da düşürmek ve hatta ihracat yapan ülkelerden biri halini almak, Türkiye için öncelikli ulusal hedeflerden biri olmalıdır. Zira yenilenebilir enerjiye ve ilgili teknolojilere yatırım yapmak, sosyal sorumluluk ve çevre bilincinin yanı sıra ekonomik olarak da günümüz dünyasının en mantıklı işlerinden biridir. Bunun en net göstergesi, güneş ve rüzgar enerjilerine yoğunlaşmakta erken davranan ve en büyük ilerlemeyi sağlamış olan ülkelerde kapasite artışına eşlik eden maliyet düşüşleridir. 2040 yılına kadar yüzde 60 ila yüzde 90 düzeyine ulaşacağı öngörülen maliyet düşüşleri, yenilenebilir enerjilerin her birini, diğer enerji kaynaklarıyla karşılaştırıldığında en ucuz kaynaklar haline getirecektir. Türkiye, yenilenebilir enerjiler çağına doğru ilerleyen bu treni kaçırmamalı, bugün tutunduğundan daha sıkı tutunmalı ve de makinist kabininde yer alan ana aktörlerden biri olmanın mücadelesini vermelidir.