Farklı inanç ve etnik yapıdaki insanları bir millet haline getiren ve bir arada tutan, şüphesiz onların ortak bir kültüre sahip olmalarıdır. Millî varlığın temeli olan bu kültürün en canlı, en önemli unsuru ise, insanlar arasında iletişimi sağlayan araçların en başında gelen dildir. Millet dil demektir; diliyle var olur, diliyle yaşar. Dilini kaybeden millet her şeyini kaybeder, yok olur gider. Çünkü insan kendisini diğer insanlara dili ile anlatır, çevresinde olup bitenleri de yine ancak dili ile anlar ve kavrar. Dilin yerini başka hiçbir şey tutmaz. Atatürk, yakın dönem tarihimizde bu gerçeği çok iyi kavrayan, bu sebeple de dil, kültür, millet ve tarih konuları üzerinde ısrarla duran müstesna bir devlet adamıdır. 'Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.' diyen Atatürk'e göre, Türk milletinin dili Türkçedir. Türk demek, dil demektir. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.

Atatürk şu iki konuda devrim yapmamıştır: Din ve mûsikî. 'İkisi de ehli tarafından gerçekleştirilir. Bir askerin müdahalesi feci olur.' demiştir. Ama millî kültürün temel unsuru olan dili sadeleştirme çalışmalarını neredeyse Cumhuriyetle birlikte başlatmıştır. 1928'de Latin harfli alfabenin kabulü, 1932'de Türk Dil Kurumu'nun kurulması, 1932,1934 ve 1936 yıllarında toplanan üç Türk Dili Kurultayı, yine 1936'da Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin kurulması hep bu çalışmaların bir sonucudur. O, bütün bu çalışmalara bizzat öncülük etmiş, toplantılara katılarak kendi görüşlerini dile getirmiş, Türkçe'nin sadeleşmesi için canla başla çalışmıştır. Bir ara, 'Güneş-Dil Teorisi' ne de ilgi duymuş, Türkçeyi sadeleştirme konusunda bu teoriden faydalanmayı bile düşünmüştür. Bilindiği üzere, Türkçe'nin diğer bütün dillerin kaynağı olduğunu ileri süren bu teori, Türkçe üzerine çalışmalar yapan, bu konuda bir de kitabı bulunan Avusturyalı dil uzmanı Hermann V.Kvergic'in görüşlerinden yola çıkılarak geliştirilmiş ve benimsenmiştir. Teori, dilimiz açısından elbet gurur verici ve güzel bir fikirdi, ama adı üstünde, bir teori, bir nazariye idi. İlmî hiçbir değer taşımıyordu. Dillerin yapısına, bir dilin tarihî süreç içindeki oluşumuna ve gelişmesine uygun değildi. Öte yandan, bir süredir büyük bir hızla devam etmekte olan dilde tasfiye ve sadeleştirme hareketi bir hayli hızlanmış, bu teorinin getirdiği olumlu havayı da arkasına alan sözüm ona dilsever birtakım yazar ve sanatçının dilin tabii yapısına aykırı olarak ürettiği kelimelerle, Türkçe neredeyse konuşulup anlaşılamaz bir hal almıştı. Sonunda Atatürk o üstün öngörüsü ile 'dilin bir çıkmaza' doğru sürüklendiğini sezmiş ve 1937 yılında halkın konuşup anladığı Türkçede karar kılınmasını isteyerek tasfiye ve sadeleştirme çalışmalarına son vermiş ve bu işi bilim insanlarına, dil uzmanlarına, yani 'işi ehline' bırakmıştır.

Aslına bakılırsa bizde dili sadeleştirme çalışmaları Tanzimat'la başlamıştır. İbrahim Şinasi (1826-1871), 22 Ekim 1860'da çıkmaya başlayan ilk özel gazetemiz Tercüman-ı Ahval'in 'mukaddime'sinde (önsöz), gazetenin halk için olduğunu, dolayısıyla da halkın anlayabileceği bir dille yazılması gerektiğini belirtiyor ve yazılarını giderek halkın anlayabileceği bir dille kaleme alacağını söylüyordu. Zaman zaman kesintiye uğrasa da bu yoldaki çalışmalar hep devam edegeldi. Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944)'un 1898'de yayımlanan Türkçe Şiirleri ise bu konuda çok önemli bir dönüm noktası oldu. Netice olarak Türkçe, 20. yüzyılın başlarında 'Yeni Lisan ve Genç Kalemler' hareketleriyle, önceki asırlarda bünyesine aldığı Arapça, Farsça ve Fransızca kelime ve kuralları büyük ölçüde tasfiye etmiş, bir kısmını da Türkçeleştirmek suretiyle kendi bünyesine katmayı büyük ölçüde başarmıştı. Bu süreç, devrin büyük şair ve yazarlarının gayretleriyle başarılı bir şekilde yürüyordu. Yani yeni bir tasfiye hareketine gerek de, ihtiyaç da yoktu. Atatürk bunu görmüştü. Ama sanki Atatürk'ün 'halkın konuşup anladığı dile dönülmesi' kararı doğru değilmiş gibi, onun ölümünden hemen sonra, daha çok genç bir edebiyatçı ve sanatçı neslinin öncülük ettiği yeni bir tasfiye ve özleştirme hareketi başlatıldı. 1980'li yıllara kadar yoğun bir şekilde devam eden bu süreçte, sadeleştiriyoruz, 'öz'leştiriyoruz diyerek ve tam bir kelime ırkçılığı zihniyetiyle dile mal olmuş bütün kelimeleri, eğer menşe (köken) itibariyle Türkçe değilse dilden atıp, bunların yerini çoğu dilin tabii yapısına uymayan kendi icatları birtakım 'tilcik'lerle doldurdular. İşin garibi bütün bunları hep 'Atatürkçülük' adına yaptılar. Bu müdahaleler sonucu Türkçe, yüzyıllar içinde başka dil ve kültürlerden devşirip bünyesine kattığı kelime, kavram ve deyimlerle oluşturduğu kültürel birikimini ve kelime zenginliğini maalesef büyük ölçüde kaybetti, dolayısıyla ifade ve anlatım gücü de zayıfladı. Şimdi en büyük dileğimiz, yeni nesil dilcilerimizin çok verimli çalışmalarıyla dilimizin en kısa zamanda eski gücüne erişerek yine bir kültür, medeniyet ve edebiyat dili olarak bütün Türk dünyasını kucaklamasıdır. O günleri hasretle bekliyoruz.