İmparatorluklar kuran biz aynı zamanda imparatorluklar da kaybetmiş bir milletiz. Öyle şaka maka değil ve öyle sadece Batı Türklüğü ya da Osmanlı ile sınırlı olmamak üzere söyleyeyim ki biz yaklaşık seksen beş milyon kilometrelik eski dünyanın(Asya, Avrupa ve Amerika) değişik zamanlarda da olsa yaklaşık elli üç milyon kilometresinde hüküm sürdük. Dünkü ihtişam ne kadar gurur kabartıcı ise bugün sefalet de o kadar yürek paralayıcıdır.

Türk tarihini anlatma ve Türk coğrafyasının sınırlarını çizmek niyetinde değilim. Sırf şu Osmanlı'dan hareketle günümüze dersler çıkarmak zorundayız. Biz Osmanlının varisiyiz. Sadece şanla zaferle Viyana'ya giden Osmanlı'nın değil mağlubiyet ve acılarla Viyana'dan dönen Osmanlının da varisiyiz. Başarısından guru duymak hakkımız ama yenilgilerinden ders çıkarmak da görevimiz.

Kimi art niyetliler, kimi tarih simsarları ve kimi bilgisizler Osmanlı'nın yıkılışını ya Cumhuriyete ya da İttihat Terakki'ye bağlar. Kaç defa yazdım; Cumhuriyet kurulduğu için Osmanlı yıkılmadı, Osmanlı yıkıldığı için Cumhuriyet kuruldu. Tarihçi olmaya gerek yok bu basit gerçeği anlamak için kronolojiye bakmak her normal zeka ve her samimi gönül için yeter de artar.

İttihatçılara gelince, Osmanlı'yı İttihat Terakki'nin yıktığını söylemek Osmanlı'ya hakarettir. Osmanlı on yılda kurulmadı ki on yılda yıkılsın. Osmanlı gecekondu devlet değil, Osmanlı kökü derinlerde bir büyük devlet. Kökleri Türkistan'da(Orta Asya'da) olan Osmanlı devlet geleneği orta Asya'dan gelirken İran, Hind ve İslam devlet geleneğinden beslenir. Anadolu'da iki asırlık Türk Selçuklu egemenliğinin verimli coğrafyasında neşet eder. Beylikten İmparatorluğa adım atması iki yüz elli üç yıllık bir ilmi ve fikri çaba ve muhteşem askeri zaferlerden sonradır. İki yüz elli üç yılda beylikten imparatorluğa geçen Osmanlının yıkılışı yükselişinden daha uzun sürmüştür.

Tarihin derinliklerine kök salmış bir medeniyetin yıkılış sebeplerini yine tarihin derinliklerinde aramak gerekir. Osmanlının yıkılışını Kanuni'nin o 'muhteşem yüz yılının' sonunda hatta ortalarında aramak zorundayız. Daha doğrusu aramak değil orada olduğunu görmek ve kabullenmek zorundayız. Türk devlet anlayışının temel direği olan 'Adalet dairesi' kavramının ve buna bağlı olarak tüm kurumların bozuluşunun acı ve ibret dolu hikayelerini on yedinci yüzyılın başında padişahlara sunulan telhisler, teskereler ve layihalarda görürüz.

Osmanlıdaki ümera(yönetici bürokrasi)-seyfiye(askerler)-ilmiye(medrese ve yargı mensubu ulema) arasındaki çıkar kavgalarını, yeniçeri ile sipahilerin iki ayrı güç olarak bu üç sınıftan birileri tarafından iktidar kavgasında nasıl kullanıldığını ve zaman zaman birbiriyle nasıl vuruştuğu Osmanlı arşivlerinde mevcuttur.

O döneme ait ciddi çalışmalar makamların ve mansıpların parayla alınıp satıldığı, miri arazinin saray mensupları, valide sultanlar, gözdeler, vezirler ve ulema tarafından yağmalanışını ortaya kor. Çok acı hikayelerdir bunlar, girmek istemiyorum, girmeyeceğim. Ama Cumhuriyet üzerine konuşacakların Osmanlıyı doğru bilmesi gerektiğini ifade etmekle yetineceğim.

Cumhuriyeti şekillendirirken veya yeniden yapılandırmaya soyunmuşken Osmanlı'yı bir kere gözden geçirmekte sadece fayda değil zorunluluk var.