Ortaçağın erken dönemlerinden bu yana yeryüzünde ehemmiyetini hiç kaybetmemiş iki kentten biri Roma ise, diğeri de hiç şüphesiz İstanbul'dur... Bizans İmparatorluğu'nun ardından Osmanlı İmparatorluğu'nun da başkenti olan bu kadim şehir, günümüzde de sosyoekonomik ve kültürel açıdan önemini koruyor.

Resmi rakamlara bakarsanız 15 milyon civarında nüfusu bulunan İstanbul'da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının beşte biri yaşıyor. Bu nüfusa yerli ve yabancı turistler, göçmenler, öğrenciler gibi geçici nüfus hareketleri dahil değil. Bu haliyle sadece Türkiye'nin değil, Avrupa'nın en kalabalık, dünyanın sayılı büyük nüfusa sahip kentlerinden birisi özelliğini taşıyor. Moskova, Paris ve Londra'nın yaklaşık bir buçuk katı olan bu kentimizin nüfusu 1980'den bu yana üç kattan fazla büyümüş...

Doğal olarak Türkiye'nin en büyük ekonomisine, en yüksek istihdam rakamlarına, en gelişmiş alt yapı tesislerine, en kapasiteli ulaşım ağına, en parlak okullaşma oranına, en donanımlı sağlık hizmetlerine, en çok kültür ve sanat etkinliklerine, en büyük alışveriş merkezlerine, en cazibeli spor tesislerine sahip kenti haline gelmiş durumda.

Haliyle iş arayan, sağlık ve eğitim imkanlarından yararlanmak, yaşam standardını artırmak isteyen herkese İstanbul'da yaşamak cazip geliyor. Bu durum, kısır bir döngüyü de beraberinde getiriyor tabii: Nüfus arttıkça, bu kente daha fazla yatırım yapılıyor, daha geniş kaynaklar aktarılıyor... Böyle olunca, yeni nüfus artışları tetikleniyor. Kasabalardan, kentlerden yeni milyonlar İstanbullu oluyor. Her yıl biraz daha artan ve yoğunlaşan şehir nüfusu karşısında kentsel altyapı ve donanımlar yetersiz hale geliyor, kısır döngü böylece kar topu gibi büyüyor.

Artık nüfus öylesine arttı ki, İstanbul'un nereden başlayıp bittiğini söylemek de zorlaştı: Batıda Çorlu ve Çerkezköy, doğuda ise Gebze ve hatta Kocaeli'nin merkez ilçeleri artık İstanbul'la birlikte anılır hale geldi. Yeni yapılan Yavuz Sultan Selim köprüsü, Osman Gazi Köprüsü ve üçüncü havalimanı gibi mega projeler, önümüzdeki yıllarda İstanbul'un kuzeye ve doğuya açılmasını hızlandıracak. Hele Kanal İstanbul da yapılırsa, ihtimal ki Trakya'ya doğru yeni bir İstanbul daha yayılacak. Bu durumda gelecek on beş ya da yirmi yıl kent nüfusunun otuz milyonu aşacağını söylemek herhalde kehanet olmasa gerek...

Hem ekonomik hem de popülasyon yönünden akıl almaz büyüklüklere ulaşacak bu ultra kentin tarihi İstanbul'dan çok uzak bir nitelik taşıyacağı da bir başka hakikat olarak önümüze çıkıyor.

Türkiye'nin dünya çapında bir kente sahip olması, normal koşullarda bizi rahatsız etmez. Bilakis övünç kaynağıdır. Lakin iş kontrolden çıkınca bu devasa kent, ülkemizin yarınları için bir güvence olmanın ötesinde bir tehdit haline geliyor. Adeta bir hortum gibi Türkiye'nin nüfus ve mali kaynaklarını yutan İstanbul, Anadolu'nun köylerini, kasabalarını hatta küçük vilayetlerini yutan bir kara delik halini alıyor, çünkü...

Daha şimdiden Doğu ve İç Anadolu'nun bozkırlarındaki köyler haritadan silinme noktasına geldi. Karadeniz'in, İç Ege'nin, Akdeniz'in ve hatta Güney Marmara'nın belli yörelerinde de kırsal hayat kan kaybediyor. Bu durum, geleneksel tarım ve hayvancılık için açık bir tehlike oluşturuyor.

Ayrıca Doğu Anadolu'da azalan nüfusa karşılık Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde hızlı artan nüfus, ülkemizin etnik yapısı ve coğrafi yoğunluk haritaları bakımından sorunlar yaratmaya aday olabilir.

Öte yandan İstanbul'un depremlerle dolu geçmişi de hepimizi korkutmalı... Önümüzdeki otuz sene içinde yaşanacağı uzmanlarca ifade edilen büyük İstanbul depreminin ülkemizin sosyoekonomik bir krize girmesine yol açmayacağından kim emin olabilir ki?

Çağımızın yeni savaş tekniği olan uluslararası terör, diğer bir sorun olarak karşımızda duruyor. Kalabalığın içinde kolayca kendini gizleyen terör örgütleri, bu mega şehirde binlerce açık hedef bulabilirken, terör eylemlerinde kullanılan materyalleri temin etmek konusunda sınırsız imkana sahip olabiliyor... Üstelik bu büyüklükte bir kentteki her terör eylemi, öylesine güçlü etkilere yol açıyor ki, korku ve huzursuzluk dalgası önce İstanbul'un, sonra da ülkenin ekonomisini derinden yaralayabiliyor. Turizm ve hizmet sektörü, ticaret, ulaşım gibi güvenlik endişelerinden derhal etkilenen alanlarda terörün tetiklediği kırılganlıklar, bir anda milli ekonomiye yansıyabiliyor.

Öte yandan devasa nüfusun ihtiyacı olan altyapı ve ulaşım sistemleri için harcanan finansal kaynaklar, ülkemizin tarım, hayvancılık, sanayi, ticaret gibi üretime dayalı sektörler için gerekli mali imkanları azaltıyor. Askeri harcamalar, ARGE, sağlık ve eğitim gibi başka alanlarda kaynak daralmasına yol açıyor. Eldeki imkanlar büyük ölçüde İstanbul'a seferber edildiğinden Anadolu'nun topyekün kalkınması gecikiyor.

Peki neler yapmak gerekiyor, bu "İstanbul'a göç" kısır döngüsünden kurtulmak için?

Öncelikle İstanbul'a yerleşmeyi teşvik etmeyen ulusal politikalara ihtiyaç var. Belki bu kente giriş çıkışları vizeye bağlamak yanlış olur ama en azından bazı vergi politikalarıyla İstanbul'a yerleşmek isteyenler caydırılabilir. Farklı akaryakıt fiyatları, özel emlak vergisi alınması gibi İstanbul'a özgü caydırıcı koşullar üretilebilir. Tersine göç, özel faizsiz krediler ile teşvik edilebilir.

İstanbul'un cazibesini kısmen belli Anadolu kentlerine taşımak da iyi bir çaredir. Çanakkale, Adapazarı, Tekirdağ gibi Marmara kentlerinin yanı sıra Samsun, Gaziantep, Kayseri, Konya, Erzurum, Eskişehir gibi potansiyeli olan şehirlerde hayat kalitesinin iyileştirilmesi ve teşvik politikaları ile nüfus akımları kontrol edilebilir. Yine Güney Marmara kıyılarında, Batı Karadeniz sahillerinde orta büyüklükte yeni kentsel alanlar üretilebilir.

Özel sektörün İstanbul yerine başka kentlerde yatırım yapması için asgari ücret desteği, emlak ve akaryakıt vergi indirimleri, arazi tahsisi gibi uygulamalara gidilebilir.

Öte yandan Anadolu ekonomisinin can damarları olan tarım, hayvancılık ve tekstil gibi kadim sektörlerin yeniden canlandırılması gerekiyor. Bu alanlarda ürünü alıp yerinde işleyen sanayi tesislerine ihtiyaç var...

Uzun lafın kısası, daha iyi şartlarda yaşamak için milletçe çareyi İstanbul'a taşınmakta buluyoruz ya hani... Bunun yerine insanlarımızı doğdukları topraklarda doyuracak, çoluk çocuğuyla birlikte insanca yaşayabilecekleri koşullar sağlayacak yepyeni politikalara ihtiyaç var...