Ünlü tarihçi Morris, "Batı niçin -şimdilik- öndedir" isimli eserinde ısrarla "Her devir ihtiyacı olan fikri bulur." tezini savunur.
İçinde bulunduğumuz çağın ihtiyaç duyduğu fikri bulan olmuş mudur bilinmez, ama yakın tarih bu konuda Morris'i haklı çıkaran örneklerle doludur.
Sözün gelişi, 1990'lar öncesinde "iki kutuplu dünya" diye özetlenen "soğuk savaş" dönemi biter bitmez önce "küreselleşme" fikri geliştirildi. Sonra mutlaka bir "öteki" gerektiğini düşünen postmodern emperyalistler, "medeniyetler çatışması" diye sanal bir sorun icat edip dünyayı birbirine sokmaya devam ettiler.
Her devirde "bitti, eskidi" diye yaftalamak istense de her daim hayatta kalmayı başaran milliyetçilik de dünyadaki gelişmelerden bağımsız değil elbette...
1789'da Fransız soylularına başkaldıran ahalinin aklına gelecek en son şey olduğu halde, dünyayı sarsan bu ihtilalin sonuçlarından birisi yeryüzüne milliyetçilik dalgasının yayılması olmuştu. Koskoca imparatorluklar, bu dalganın altında kalırken yüzlerce sene evvel tarihe karıştığı sanılan milletler ise kendi ulus devletlerini birer ikişer kurmuşlardı.
Aynı dönemde Batılı emperyalistlerin Afrika, Asya ve Amerika kıtasında yürüttükleri sömürgecilik faaliyetlerinin zirvede olduğunu unutmamak lazım: O devirde Batılılar, kendilerini beyaz ırkın üstünlüğüne inandırmışlar, kölelik denen çirkefliği fütursuzca uyguluyorlardı. Dönemin revaçta fikri kölelikti ve Morris'in dediği gibi tam olarak Batılıların buna ihtiyacı vardı. Avrupa'dan kalkan gemiler, Afrika sahillerinden Zenci köleleri toplayıp Amerika'da satıyor, karşılığında Amerikalı çiftçilerin ürettiği hammaddeleri alıp kıta Avrupası'nda satıyorlardı. Adeta para basan bu üçgenin sürdürülmesi, köleliğin devamına bağlıydı. O günün ihtiyacı olan fikir ırkçı bir milliyetçilik anlayışıydı.
Endüstri devrimine kadar süregelen bu anlayış, liberalizm ve sosyalizm fikirlerinin gelişmesiyle beraber kaybolmaya başladı. Yeni başlayan bu dönemin kölelere ihtiyacı azalmıştı.
Çağdaş fikir adamları, ırkçılığı reddederken milliyetçilik fikrinin de sona erdiğini zannetmişlerdi. Ama hiç de düşündükleri gibi olmadı. 19. yüzyıl boyunca Osmanlı, Rus, Avusturya Macaristan gibi üç kadim imparatorluğu köklerinden sarsan milliyetçilik, Birinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelerde hızla yükselişe geçti.
O dönem, kölelik unutulmaya başlansa da hakim olan milliyetçilik anlayışı tamamen ırkçıydı. Batılılar, 'Ari' diye isimlendirdikleri beyaz ırkın üstünlüğüne iman etmişlerdi. Onlara göre Hint Avrupa dil ailesini konuşan olan beyaz ırklar birinci sınıf insandı. Türkler, Çinliler, Moğollar ve Japonlar gibi sarı benizliler ikinci, Zenciler ve diğer esmer tenliler ise üçüncü halkada yer alan geri ırklardı.
O yılların en gözde bilim dallarından antropoloji konusunda yetişmiş eleman açığını gidermek için Atatürk tarafından İsviçre'ye doktoraya gönderilen tarihçi Afet İnan, Türklerin sarı ırk yerine beyaz olduğunu kanıtlamak için abartılı bilimsel çalışmalar yaptırmıştı. Altmış binin üzerinde kişinin antropolojik özellikleri kayıt altına alınmış, 18. Uluslararası antropoloji kongresini Türkiye'de toplayarak Türklerin beyaz ırktan olduğunu tescil ettirmek istemişti. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle gerçekleştirilemeyen bu kongre için yapılan antropolojik çalışmalar, sonraki yıllarda Türk milliyetçilerini ve Atatürk dönemini ırkçılıkla suçlamak isteyenler tarafından "kafatasçılık" diye yaftalanacaktı.
İkinci Dünya Savaşı, Hitler öncülüğündeki ırkçı blokun yenilgisiyle bitince birçok düşünür "milliyetçilik bitti" zannetmişti. Millet kavramını kökten reddeden sosyalist blok bir tarafa, liberal dünyada da milliyetçilik karşıtı fikirler yükselmişti.
Oysa milliyetçilik, dünyanın her tarafında kendini hatırlatmaya o yıllarda da devam etmiştir. Bazen Arap Baas rejimlerinde, bazen Avrupa'daki dazlaklar hareketinde, bazen bağlantısızlar paktında farklı milliyetçilik akımları kendini göstermiştir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'dan ABD'ye kayan bilimsel, sosyoekonomik ve siyasal merkezler de ilk bakışta milliyetçiliği reddeden bir yapıda zannedilmişti. Gerçekten de çok daha saf olan Almanya'nın yerine geçen çok milletli ABD'ye pek milliyetçilik yakışmaz diye öngörülmüştü.
Oysa ezeli bir fikir olan ve insan fıtratında bulunan milliyetçi fikirler, ABD'ye taşınırken, dönüşüm geçirmişti, o kadar... Morris'in dediği gibi her dönem kendi fikrini buluyordu. Birçok milletten oluşan Amerikalılar, bu toplumları birlikte yaşatmanın yolunu "etnisite ya da etnik" diye bir kavramda buldu. Amerikan vatandaşları, etnik olarak farklı kökenden gelen yeni bir millet inşa etmişlerdi. Biyolojik milliyetçiliğin yerini kültürel milliyetçilik almıştı. McDonalds yiyen, cola içen, Hollywood filmleri izleyen, New York borsasına endeksli yaşayan, Süpermen çizgi romanları okuyan, çocuklarına Walt Disney oyuncakları veren yepyeni bir popüler kültür etrafında birleşen bir Amerikan milleti bina edilmişti.
Bu kültürün onları birarada tutmasının bir nedeni de tüm dünyaya ihraç edilip emperyal bir hal alması oldu. Kültürel Amerikan milliyetçiliği para ettikçe vatandaşları zenginleşiyordu.
Çok uluslu vatandaşlık fikri, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi Amerikan İmparatorluğunda da tutmuştu.
Osmanlı, İslamiyet ve Bizans imparatorluk gelenekleriyle beslenmiş Türk kültürü ile harmanladıkları bir kültür milliyetçiliği üzerine yükselmişti.
ABD ise bizden yüzlerce sene sonra keşfettiği kültür milliyetçiliğini tüm dünyaya pazarlayarak güçlenmişti.
Peki, "biyolojik milliyetçiliğin yerini kültürel milliyetçilik almışken, bundan Türkçülük akımı nasıl etkilenir?" diye sorarsanız... Bu soruya ancak başka bir yazıyla cevap verebiliriz...