Tarih kitapları, Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi dağılma tarihini 1 Kasım 1922 diye yazar. Bu tarihte TBMM kararıyla saltanat kaldırılmış, Türkiye Cumhuriyeti'ne giden siyasi yol haritasının taşları döşenmeye başlamıştır. Lakin Osmanlı İmparatorluğu'nun henüz on dokuzuncu yüzyılda çöktüğünü, bu geniş coğrafyada yerine konacak bir siyasal yapının oluşmaması nedeniyle bitkisel hayatta yaşamına devam ettiğini düşünen tarihçiler hiç de az değildir.
Şahsi fikrimi sorarsanız Osmanlı İmparatorluğu, 1833'te kendi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın şerrinden korunmak için Rusya'dan yardım istediği gün kağıttan bir dev olduğunu itiraf etmişti. Tarihe 93 harbi diye geçen 1878 Osmanlı – Rus harbi ile beraber askeri ve ekonomik bakımdan çöktü. Bugünlerde yeniden moda haline getirilen II. Abdülhamit döneminde siyasal varlığını muhafaza etmeyi başardı. Ne var ki Birinci Dünya Savaşı'na sürüklendiğimiz kargaşa yıllarında, ortalıkta ne kaile alınan bir padişah ne de yerini doldurabilecek bir siyasi otorite kalmıştı…
Memleketin halleri için dertlenen Osmanlı aydınları, çöküş döneminde bir çıkış yolu aramak için epey kafa yordular. İdeolojik çareler arayanlar, liberalizm, milliyetçilik, İslamcılık gibi akımlar etrafında birleşmeye çalıştılar. Aynı zamanda İslam halifesi olan padişah ise, imparatorluk refleksleri ile hareket etme yoluna gitti. Adına Osmanlıcılık dedikleri bir ideolojik yapı bina etmeye çalışan payitaht, bir yandan Müslüman halkı 'İslam kardeşliği' çerçevesinde birleştirmeyi hedefledi. Bir yandan da Hristiyan ahaliyi de bazı haklar tanıyarak İmparatorluk bünyesinde mutlu etmeye çalıştı.
Ne var ki ekonomik olarak bitmiş durumdaki devletin kimseyi mutlu etmeye takati kalmamıştı. İlk olarak yabancıların tesiri altındaki Hristiyan halklar yollarını ayırdı. Müslüman toplumlar, başlangıçta İslamiyet tutkalı ile devlete bağlı kalsalar da Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arabistanlı Lawrance'ların peşinden giderek imparatorluğun mezarına çöl toprağı doldurmaktan geri kalmadılar.
Nihayet Kurtuluş Savaşı sonrasında 'ne deve ne de kuş' olan Osmanlıcılık tarihe karıştı. Cumhuriyet, Türk milliyetçiliği, laiklik ve çağdaşlaşma felsefesi üzerine inşa edildi.
Bu tablo, halifelik çatısı altında İslam dünyasının birleştirilebileceğini varsayan siyasal ümmetçiler için tam bir ideolojik mağlubiyetti. Çok partili demokratik hayata geçildikten sonra yavaşça küllerinden uyanan bu görüş, zamanla yeniden siyasi bir güç haline geldi. Demokratik yollarla seçildikleri uzun iktidar yıllarında ise 'Yeni Osmanlıcılık' diye bir söylem tutturdular.
Bu kavramın içini doldurabilmek adına yoğun bir fikri propaganda yapılsa da vaaz ettikleri fikrin Osmanlı Devleti'ni çöküşten kurtaramayan eski versiyondan bir farkı yoktu aslında. Bir yandan her türlü kavmiyetçiliğe karşı çıktıklarını söylerken, bir başka söylevde 'yerli ve milli' vurgusu yapmaktan geri durmuyorlardı. Bu derin çelişkilerini kapatmak için de 'Osmanlıcılık' denen kalın feracenin arkasına saklanıveriyorlardı. Çünkü bu sosyolojik kılıf, hem milliyetçilik hem de İslamcılık dalgalarında sörf yapmaya müsaitti: Hangi dalga yükselirse ona atlayıp yol alınabiliyordu! Lakin kısa vadede bazı günübirlik faydalar sağlasa da özündeki derin çelişki hiç kaybolmuyordu.
Esasında eski veya yeni Osmanlıcıların, camdan ince olan ideolojik felsefelerini kırmak için küçücük ama doğru cevaplanması için çok geniş birikim gerektiren bir sual sormak yetiyor: 'Savunduğunuz Osmanlıcılık hangisi? Türk milliyetçiliği üzerinde yükselen ve küçük bir Oğuz oymağından bir cihan imparatorluğu yaratan felsefe mi? Yoksa her türlü bilimsel gelişmeyi perdeleyen ve bu sayede kadim bir imparatorluğu içten içe çürütüp çökerten yapıya mı öykünüyorsunuz?'
Hadi biraz daha açalım meseleyi… Erken dönemde, Osmanlıda bariz gaza kültürü hakimdi. Balkanlar'ın dört yanında çapula çıkan Osmanlı akıncılarının arasında eli kılıç tutan Yesevi alperen dervişleri vardı. Her biri Türkmen obalarından yetişmiş, Yunus Emre Türkçesi konuşan, Hacı Bektaşi Veli'ye tabi, Sarı Saltık ekolünden gelen alperen gazilerin dönemiydi o yıllar… Henüz Yörük tabiatında olan Osmanlı ahalisinde 'Baciyani Rum' denen kadın savaşçılar ve ahilik gibi eski Türkmen gelenekleri devam ediyordu.
Bazı tarihçiler, Osman Beyin asıl adının Otman, Odman ya da Ataman olduğunu savunur. Buna gösterilen kanıtlardan birisi, yabancı kaynakların Osmanlılara 'Ottomans' adını vermeleridir. Ama asıl kanıt, erken dönem Osmanlı hanedan mensuplarının adında gizlidir. Osmanlıların atası Ertuğrul Gazi'nin diğer iki oğlunun adının Gündüz Bey ve Saru Batu Savcı Beydir. Osman Gazi'nin oğullarının adları ise Orhan, Pazarlu, Çobanbey'dir. Görüldüğü gibi bu isimlerin tamamı Öz Türkçedir. Ertuğrul Gazi'nin dervişliği seçen torunu Alaaddin ve hakkında pek bilgi bulunmayan Melih isimli şehzadelerinin isimleri de Selçuklu Türklerinin saygın sultanlarının adlarıdır. Haliyle üç kuşak hanedan mensuplarının hepsinin adı Türkçe iken sadece kurucunun adının 'Osman' olması pek akla yatkın değildir. İhtimal ki Osmanlıların kurucusunun adı ya Batılı kaynakların Ottoman dedikleri 'Ataman' idi. Veya Balkanlar'ın önde gelen dervişlerinden birisi olan 'Otman' Baba ile aynı adı taşıyordu.
Kendi soylarını Oğuzların en seçkin boylarından Kayılara dayandıran Osmanlılar, miğferlerine, kalkanlarına ve bazı alametifarikalarına Kayı boyunun damgasını koymaya I. Murat döneminde başladılar. Anadolu Türkmen boylarına hakim olabilmek için Timur ile adeta 'Türklük ve Oğuzluk' yarışına girmekten geri durmadılar.
Kanuni döneminde yayınlanan enteresan bir silsilename vardır. Bu belge yükselme döneminde de Osmanlıların yüksek bir Türklük bilincine sahip olduğunu kanıtlar. Zira bu tarihi evraka bakılırsa, Osmanlı hanedanı, 55. göbekten Gökalp'e, 56. göbekten Kayı Han'a, 57. göbekten Kara Han'a, 58. göbekten Oğuz Han'a, 59. göbekten Bolcay'a, 60. göbekten Yafes'e ve 61. göbekten Hz. Nuh'a kadar uzanmaktadır.
Osmanlıların yükseliş dönemine kadar ele geçirdikleri bölgelere Dedeağaç, Sarışaban, Yenice, Kesriye gibi Türkçe isimler vermeleri de bir başka açık kanıttır ki Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş felsefesi Türkçüdür, yükseliş dönemi boyunca da bu felsefe, büyük ölçüde korunmuştur.
Osmanlı Türklerinin kendi köklerinden ve kuruluş felsefesinden koparak 'İslam dünyasının liderliğini amaçlayan' bir çizgiye girmeleri, büyük ölçüde Yavuz'un hilafeti ele geçirmesiyle başlar. Kutsal toprakların hamisi ve İslam coğrafyasının hakimi olma dürtüsü, ister istemez İmparatorluğun kodlarında bazı değişikliklere yol açmıştır. Ahmet Yesevi geleneğinden ve Maturidi'nin akla hitap eden İslam çizgisinden uzaklaşan Osmanlılar, Vahabilik'ten ve bazı gelenekçi İslamcı akımlardan etkilenmişlerdir.
Öte yandan Osmanlı padişahlarının Bizans, Bulgar ve Sırp prensesleri ile yaptıkları diplomatik evlilikler, ister istemez zamanla bakış açılarına yansımıştı. Ordudaki gaza ve akıncı kültürünün yerini, devşirme sistemine dayanan yeniçeri ocaklarına bırakması da yapısal değişimlere yol açmıştı. Artık eli kılıç tutan alperenler yoktu, medresede oturup fetva yazan ilmiyeliler vardı. Devlet idaresinde Oğuz soyundan ve geleneğinden gelen Türkmenlerin yerini Rum, Slav ya da Macar devşirmeler almıştı. Haliyle bir zamanlar Oğuzların Kayı boyundan gelmekle övünen Osmanlılar, İstanbul'un fethinden sadece bir asır sonra aslından kopmaya başlamıştı.
Yeni dönemde Türk milletinden olmak sıradanlaşıp değerini yitirmişti. Devletin menfaatini unutup kesesini doldurma derdine düşen mozaikleşmiş bir Osmanlı toplumu ortaya çıkmıştı. Bu sosyolojik yapı, her türlü yeniliğe mesafeli, gaza için değil akçe için yaşayan, ihanete açık, değerlerinden uzaklaşmış, sadece ritüeller yönünden dindar ama menfaat ilişkileri söz konusu olunca aniden şarka özgü fırsatçı bir ruh haline bürünen yozlaşmış kitlelerden oluşuyordu. Bu yozlaşmanın sonunda koskoca imparatorluk önce içten içe çürüdü, sonra da hızla çöküp tarihe karıştı.
Bizler, atalarımızın yaşadığı bu tecrübelerden ders almak zorundayız. Bir Türkmen obasından üç asırda cihan imparatorluğu çıkartan felsefeyi de bileceğiz, aynı imparatorluğu üç asırda tarihe gömen yozlaşmayı da…