Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yıllarının acılarını yaşayan insanlık alemi, bu büyük yıkımların sorumlusu olarak faturayı aşırı milliyetçilere kesti. Bu nedenle 1945'lerden sonra tüm dünyada "Irkçılık ve şovenizmle mücadele" adıyla, büyük bir algı yönetimine girişildi. Dünya siyasi ve sosyal coğrafyası, oluşturulan bu algılar etrafında yeniden dizayn edildi.

Savaşın mağlubu Hitler ve Mussolini gibi faşist liderler, "ideolojik öcüler" olarak insanlığa servis edildi. Her iki dünya savaşında toplam yetmiş ila doksan milyon arası insan hayatını kaybederken; bu rakamın yüzde 6-7 kadarını oluşturan Yahudiler, "soykırım mazlumu" olmanın yarattığı mağduriyeti sonuna kadar kullandı. Hitler'in yaptıkları bahane edilerek Ortadoğu'nun kalbi Kudüs ve civarında yapay bir İsrail devleti oluşturulmasına, burada bir "Yahudi milleti" inşa edilmesine göz yumuldu. İsrailoğulları kutsanırken, bir başka millet olan Filistinli Arapların acı çekmelerine ise aldıran olmadı.

Geçmişte Afrika'da ve Amerika kıtasında korkunç katliamlara ve soykırımın bin türlüsüne imza atan Batılılar, kendi ayıplarına kocaman bir Nazi perdesi çekti. Yeni nesillere, soykırım ayıbının Nazilerle başlayıp bittiği yalanını bir güzel yutturdular.

Oluşturulan yeni algı, fakir ve mazlum milletlere milliyetçiliğin haram edilmesi sonucunu doğurdu. Televizyon programları, sinema filmleri, bestseller romanlar ve diğer yöntemler ile üçüncü dünyada milliyetçilik baskılandı. Oysa tam tersine, batılı milletler için milliyetçilik, örtülü olarak hep pompalandı. Hollywood filmlerinde Amerikan Bayrağı hep filmlerin en önemli yerlerinde aksesuar olarak kullanıldı. Çizgi film endüstrisinden sinema sektörüne kadar süper Amerikalı kahramanlar, toplumun hafızasına nakşedildi durdu.

Bir anlamda binlerce yıllık kadim milletlerin ulusal hisleri "utanılacak bir duygu" gibi lanse edilirken; daha dün oluşan yapay Amerikan milletine "üstün ırk" oldukları öğretildi.

***

Türke, Japona, Araba, Zenciye "tü kaka" diye öğretilen milliyetçilik, Batı dünyasında hiçbir zaman küllenmeyen bir köz gibidir.

Misal, futbol dünyasındaki fanatik taraftarlar için kullanılan "holigan" sıfatını taşıyanların ortak özellikleri faşist ve ırkçı olmalarıdır.

Gurbetçilerin kısaca "dazlaklar" adını verdikleri "Neo Naziler" esasında Alman ırkçılığının her an yeni Hitlerler üretme potansiyelinin delili değil midir?

İspanya'da ve İtalya'da Zenci sporcuları aşağılamak için taraftarların muz atmalarına ne demeli?

***

Batıda köz halinde yanmaya devam eden milliyetçi duygular, en küçük rüzgarda alevlenmeye müsaittir. Son dönemde Avrupa ülkelerinde yükselen milliyetçi dalganın sebebi de budur.

Bugün, anlı şanlı demokrasi sloganlarının atıldığı Avrupa Birliği ülkelerinden Avusturya ve Macaristan'da basbayağı ırkçı hükümetler görevdedir. Hollanda, Rusya ve Fransa'da aşırı milliyetçiler ana muhalefettedir. Mikro milliyetçiliğin yurdu sayılabilecek Balkan ülkelerinden Yunanistan, Makedonya, Bulgaristan ve Sırbistan'da radikal partiler tırmanıştadır. Fransa'da yapılan son başkanlık seçimlerinde son ikiye kalan adaylardan birisi ırkçıdır.

Batıda ırkçı partilerin yükselişi, diğer makul siyasilerin de ister istemez eylem ve söylemde milliyetçi çizgiye kaymalarına yol açmaktadır.

Bu siyasal trendin yakın zamanda değişmeyeceği gerçeğinden hareketle, orta vadede Batı ülkelerine yerleşen gurbetçi vatandaşlarımız ve İmparatorluk bakiyesi Türk azınlıklar için tehlike çanlarının çaldığını söylemek zorundayız.

Bizim siyasetçilerin iç piyasaya yönelik milliyetçi çıkışlarının da Batıdaki Türk varlığı için giderek artan sıkıntılara merhem sürmekten uzak olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

***

Batıda sosyal olarak hep varlığını koruyan milliyetçilik, gün geçtikçe bir dip dalgası gibi yükselerek siyasal milliyetçilerin yelkenlerini şişiriyor.

Hal böyleyken dünyanın dört yanında milliyetçiliğin sönmesini kim bekleyebilir?

İran, yeni bir Pers milliyetçiliği inşa etme peşinde... Şiilik üzerinden Azeri ve Türkmen nüfusu kendine bağlamayı, böylece ülkenin Perslere kadar uzanan kadim kültür tarihini birleştirici unsur olarak kullanmayı hedefliyor.

Ruslar, "Avrasyacılık" adını verdikleri yeni bir ideolojiyi pompalıyor. Amaç, ülkenin uçsuz bucaksız topraklarındaki onlarca millet ve yüzlerce yerel kültürü antiemperyalist bir heyecan etrafında birleştirmek... Belki de İstanbul boğazından Sarı Denize kadar olan tüm milletleri böylece aynı kümesin içinde tutabilmek...

Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler de Sünni İslam ve Arap mitolojisi kartını açarak Kuzey Afrika'dan Basra körfezine kar olan coğrafyayı milliyetçi bir anlayışla konsolide etmenin peşinde...

Şurası bir gerçek ki, 1945'lerde uyku moduna alına milliyetçilik, tüm dünyada yükselen bir değer olarak yine, yeni, yeniden arzı endam ediyor.

***

Dünyada milliyetçilik yükselirken Türkiye'nin bu rüzgarların tamamen dışında kaldığını söylemek haksızlık olur. 1990'ların ikinci yarısından itibaren tırmanışa geçen ve 2010'lara kadar devam eden siyasal iklimde, her ne kadar "milliyetçiliği reddeden" bir anlayışa hakim ise de duvara toslayan çözüm süreci ve paralel örgütlenmeler devletimizin kendisine yeni bir yön vermesine yol açtı.

Yeni Osmanlıcılık diye başlayan, TV dizilerinden rabia işaretine kadar devam eden bu yeni yön arayışları, kendine özgü bir milliyetçi ruh da taşıyor.

İşin ilginç tarafı, "tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak" diye ifade ediliyor olsa da bu milliyetçilik anlayışında "Türk etnisitesine vurgu yapmaktan" özenle kaçınılıyor.

PKK terörüne karşı "Sünni İslamcı" bir yapışkan kullanma amacı taşıyan bu söylem, belli ölçüde etkili de oluyor. Lakin bu söylemin cumhuriyetin kurucu ilkelerine bağlı ve Türk milliyetçisi geniş kesimler tarafından çok da içselleştirilemediği gözleniyor. Bu da başka türden bir bölünmeyle milleti karşı karşıya bırakma riskleri barındırıyor.

Tüm dünyada hızla ivme kazanan milliyetçi hassasiyetlerin Türkiye'de "Türk milleti için demokrasi ve Türk milleti için üretip çalışma" prensipleri ile zenginleştirilmesi gerekiyor.

Hiçbir vatandaşımızın ana dilini değiştirecek, kültürünü unutturacak ya da kimliğini silecek değiliz. Zorla kimseyi "biyolojik Türk" yapamayız. Ama kültürel ve sosyolojik bir Türklük anlayışını üst kimlik olarak herkesin kabul etmesine dayanan bir milliyetçilik örgüsüyle toplumsal yapımızı sağlama almak zorundayız.

Atatürk'ün "Ne mutlu Türk olana" yerine "Ne mutlu Türküm diyene" ifadesini kullanması, boşuna değildir.

"Milletsiz bir milliyetçilik" üzerine sosyal mimari deneyi yapmanın iki sonucu olabilir: Ya Türkler kendi ülkelerinde gönüllü asimilasyona uğrar ya da demokratik itiraz haklarına başvurmayı tercih ederler.

Bu ihtimallerden hangisi gerçekleşir derseniz, inanın bir tahminim yok...