Millet ve kültür kavramları arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu iki kavram etle tırnak gibi birbirine bağlıdır. Bunları ayrı düşünmek mümkün değildir. Millet ya da milliyet, bir kültür birliğidir, ortak bir dili, bir geçmişi ve aynı inançları paylaşan insan topluluğu demektir. Millet olma seviyesine ulaşmış her topluluğun, kendine has bir kültürü vardır. Buna, 'millî kültür' denir. Dünyada ne kadar millet varsa, o kadar da millî kültür var demektir. Milleti güçlü kılan, ayakta tutan ve yaşatan onun kültürüdür. Her milletin kendine has bir kültüre sahip olması, tarihî akışın bir sonucudur, tabii ve sosyolojik bir olgudur. Tarihin tabiî akışı içinde milletle birlikte oluşan ve gelişen, ait olduğu milletin maddî ve manevî bütün değerlerini ahenkli bir bütün halinde ihtiva eden ve yaşatan kültür, milletin karakteristik özelliklerini ve onun diğer milletlerden ayrılan taraflarını ortaya koyar. Başka bir söyleyişle kültür, milletlerin zaman içinde geliştirdikleri kendilerine has hayat tarzının bir ifadesidir. Milletlerin her türlü alışkanlıkları, değişik olaylar karşısındaki tepkileri ve tavırları, her türlü duyuş, davranış ve yaşayış şekilleri, sanat alanında gösterdiği başarılar ve ortaya koyduğu eserler, tarih, dil, din, gelenek ve görenekler, örf ve adetler vb. millî kültürü besleyen ve zenginleştiren başlıca unsurlardır. Bütün bu unsurlar, her milletin hayatında birbirine benzemeyen birtakım özellikler halinde ortaya çıkar ve gelişirler. Zira değişik milletlere mensup insanları, içinde doğup büyüdükleri millî kültür ortamı tamamıyla ayrı karakter ve mizaçta varlıklar halinde ortaya koymuş ve onlara, kendi karakteristik özelliklerine uygun düşen ayrı bir kültür vermiştir. Eğer dünyada tek bir kültür, homojen bir kültür olsaydı, o zaman belki tek bir dünya milletinden söz etmek de mümkün olabilir, insanlar arasında birtakım anlaşmazlıklar, kavgalar ve savaşlar da olmazdı.

Ama ne var ki, yaşanan tarihî devirler ve geçen zaman, bunun böyle olmadığını bize göstermiştir. Bugün de dünyanın hemen her köşesinde sürüp giden kavgalar, kan dondurucu olaylar, ölümler, oluk oluk akan kanlar, açlık ve yoksulluk içinde kıvranan yüzbinlerce insanın var oluşu da bunu doğrulamaktadır. Maalesef ufukta bu kötü gidişin, bu vahşetin sona ereceğini gösteren bir işaret de görünmemektedir. Aslında haramı helali, hakkı hukuku ve paylaşmayı bilebilsek, bencillik duygusunu, hırsı, hasedi bir yana bırakabilsek ve elbet hiçbir ayırım yapmadan bütün insanlar birbirini sevebilse, dünyanın zenginliği ve nimetleri herkese yetecek kadar fazladır. O zaman zaten kavgalar, sürtüşmeler ve savaşlar da olmaz, silaha ve ordu beslemeye de pek ihtiyaç duyulmazdı. Artık bunlar insanlık için sadece bir ütopya, tatlı bir hayalden ibarettir. Çünkü o, büyük bir hız ve hırsla dünyayı Cehenneme çevirmeye devam etmektedir. O bakımdan, küreselleşme, müttefiklik, ortaklık, eşitlik ve insan hakları gibi birtakım söylemlerin gerçek bir samimiyet ve dürüstlük duygusu ifade etmediğini, bunların arkasında çok farklı amaç ve maksatların bulunduğunu düşünmemizi haklı gösterecek pek çok sebep bulmak mümkündür. Dolayısıyla bugünkü dünyada millet olmanın temel şartlarını taşımadan, millet hamurunu yoğuran kültürel değerlerin çevresinde toplanıp kenetlenmeden, millî gücü, millî şevk ve heyecanı ayakta tutmadan yaşamak, itibar görmek ve ciddiye alınmak imkanı pek kalmamıştır. Çağdaş ve medenî olmak için, önce millî olmak gerekiyor. Millî olmadan medenî olunmaz. Eğer medeniyeti bir katara benzetecek olursak, milletleri de kendi millî kültürleri, millî üslup ve orijinal kimlikleriyle o katara eklenmiş ayrı vagonlar olarak düşünebiliriz. Sen kendini tanımaz ve sevmezsen, başkası seni hiç tanımaz ve sevmez. Önce milletçe tek yürek, tek ses olunmalıdır; medenî değerler arkasından gelir. Önemli olan millî bütünlüğü kaybetmeden medenî olmayı başarabilmektir.

İlim ve teknikte ileri gitmiş medenî milletler, genel olarak zengin ve kuvvetli bir millî kültürleri ve sanat hayatları da olan milletlerdir. Onlar bu değerlerini titizlikle korur, canlı tutar ve geliştirirler. Zira onlar bilirler ki, kültürleri zayıf ya da mevcut kültürlerini işleyip geliştirememiş, canlı tutamamış ve koruyamamış milletler, ilim ve teknikte de geri kalmış olan milletlerdir. Kökünden kopmuş, geçmişini unutmuş, nesillerini birbirine bağlayan kültür köprüleri yıkılmış bir millet, fertleri arasında bir ülkü, bir sevgi, paylaşılan ortak bir kader ve bir kültür birliği bulunmadığı için, yaratma ve yaşatma gücünü de kaybederek asrın baş döndürücü gidişine ayak uyduramaz, gittikçe zayıflar ve gün gelir her şeyini kaybedebilir. Millî hayat dünden yarına doğru akıp giden bir nehir gibidir. Eğer dün, bugün ve yarın bağlantısı iyi kurulamazsa, her şeyden önce asırları kuvvetli şahsiyetleri, yapıcı ve kuşatıcı fikirleri ile zenginleştiren nesiller birbirini tanımaz ve anlamaz hale gelirler. Bu, millî hayatın ölümü demektir. Tarih böyle milletlerin ibret alınacak acı hikayeleri ile doludur. Millet, kökü tarihin derinliklerinde bulunan, daima gelişmek ve güçlenmek zorunda olan bir ağaca bezer. Bu ağacın yegane gıdası da, hiç şüphesiz fertleri ve nesilleri birbirine bağlayıp kaynaştıran millî kültürdür. Köklü ve sağlam bir kültürel zemine sahip milletler, bu kültürden alacakları güç ve destekle geleceklerini de kolayca inşa edebilirler. Biz, köklü ve sağlam bir kültürel zemine sahip olan bir milletiz. Yeter ki o zemini korumayı, ondan güç ve ilham alarak yeni hamleler yapmayı bilelim. Bunu başarabilmemiz için ihtiyacımız olan tek şey, milletçe kenetlenmek, tek yürek, tek ses, tek yumruk haline gelmektir.