İnsanı öteki canlılardan ayıran başlıca özelliklerden birisi de, onun aklını kullanan, düşünen, görüp yaşadıklarını, bilip öğrendiklerini uygulayabilen ve diğer insanlara aktarabilen bir varlık olmasıdır. O bu eylemlerini elbet sadece bedenî ve fizikî gücü ve yetenekleriyle gerçekleştirmez; dilini ve kalemini de kullanır. Çünkü insan aynı zamanda konuşan ve yazan bir varlıktır. Bu sayede o, kendini geliştirmek, yetiştirmek ve değiştirmek suretiyle hayatını kolaylaştıran önemli sonuçlara ve bilgilere ulaşabilir; hayat şartlarını daha kaliteli, nitelikli, daha anlamlı bir hale getirebilir, iş ve meslek hayatında, sosyal ilişkilerinde daha yapıcı ve başarılı olabilir. Elbet günümüzde insanlar arasında iletişim kurmanın çok çeşitli araçları, yol ve yöntemleri ortaya çıkmıştır. Ama bunların en başında şüphesiz her çeşit yazılı metinler ve kitaplar gelir. Başka hiçbir şey bunların yerini tutmaz. Yeni şeyler öğrenmenin, bilgili ve kültürlü olmanın yolu, kütüphanelerden geçer.

İnsanın bir başka özelliği de unutkan olmasıdır. O sebeple, değişen ve gelişen hayat şartları içinde sürekli yeni şeyler öğrenen insanın, önceden öğrendiklerini unutması pek şaşırtıcı değildir. Bu, unutulan sözlerin ve bilgilerin değersiz olduğu anlamına da gelmez. Onlar insanın belleğinde bir nevi arşivlenir ve beklemeye alınırlar, yeri ve zamanı geldiğinde de hatırlanır ve tekrar kullanılabilirler. Ancak insanın ölümlü bir varlık olduğu da bir gerçektir. Ölünce bildiklerini de beraberinde götürür. O bakımdan, konuşulup söylenenleri hatırlayıp yeniden kullanıma sokmanın en güvenli yolu, onları yazıya dökmektir. Çünkü 'söz uçar, yazı kalır.' Öte yandan, yazıya geçmemiş, dışa vurulmamış, zaman ve mekan boyutu kazanmamış, yani 'kuvveden fiile çıkmamış' her görüş, her duygu ve düşünce, ne kadar güzel, anlamlı, nitelikli ve faydalı olursa olsun, hiçbir işe yaramaz. O, beynin kıvrımları arasında kalmaya mahkûm, içi boş, kuru ve kof bir laftan ibaret kalır, unutulur gider. İnsanoğlunun dünden bugüne sürekli değişen ve gelişen hayatını anlatan eserler yazılmamış olsaydı, onların hayat macerasını nasıl öğrenebilecektik? Kütüphaneler, Yahya Kemal'in 'şanlı mezarlıklar' dediği müzeler ve arşivler toplumların hafızasıdır. Yer küredeki varlığımızı, tarihî süreç içinde yapıp ettiklerimizi, ancak bunların içinde barındırdığı ve günümüze taşıdığı bilgi ve belgelerle ortaya koyabiliriz. Yoksa hafızasını kaybetmiş, geçmişini hatırlayamayan insandan bir farkımız kalmazdı.

Görüp işittiklerimizi, yaşadıklarımızı yazmak demek, bir bakıma bugünü yarına taşımak, tarihe not düşmek demektir. Geçmişte olup bitenleri bize tarih öğretir. O sebeple yazılan her yazı, en küçük bir bilgi ve belge, tarihi besleyen, onu zenginleştiren bir kaynak demektir aynı zamanda. Zira hiç belli olmaz, bugün küçük ve değersiz görülen bir bilgi ve belge kırıntısı, belki yarın Türk kültür tarihini yazacak olanlara önemli bir ipucu verebilir, karanlık bir noktanın aydınlatılmasına yardımcı olabilir. Bu mümkündür. O itibarla, söylenilmiş her söz, yaşanılmış hiçbir tecrübe gizli kalmamalı, yazıya dökülmeli, gün ışığına çıkarılmalıdır. Toplum olarak bizim önemli bir eksikliğimiz de, maalesef okumayı ve yazmayı pek sevmiyor olmamızdır. Oysa yazma becerisi, insana okuyup öğrenmenin kazandırdığı üstün bir meziyettir. Ünlü hikayecimiz Sait Faik, 'Yazmasam deli olacaktım' der. Eli kalem tutan herkes aynı kaygı ve tedirginliği taşımalı, okumalı, düşünmeli ve elbet yazmalıdır. Hele okuyan, araştıran, düşünen, yeni fikirler üreten bir aydının, bunları aynı zamanda yazı ile ifade etme sorumluluğu da vardır. Bir yerde bu onun topluma karşı görevidir. Yazılanların bir değer taşıyıp taşımadığı hakkındaki hükmü ancak zaman verebilir. Değerli olmayanlar zaten tasfiye olup giderler. Ama hiç belli olmaz, bir yazı veya onun bir cümlesi, meçhul okuyucularından birisinin zihninde bir şimşeğin çakmasına ya da yüreğinde yepyeni bir duygu ve düşüncenin filizlenmesine yol açabilir. O sebeple, aydın olma sorumluluğu taşıyan herkes, sürekli okuyup yeni şeyler öğrenmeli, çeşitli meseleler üzerinde düşünmeli, yeri geldikçe bunları bir köşeye not etmekten, yazıya dökmekten, hatta imkan bulursa yayınlamaktan da geri durmamalıdır. Bir ülkede sosyal hayatın ve kültür hayatının gelişip zenginleşmesi ancak böyle mümkün olabilir. Her yazı, her kitap elbet belli bir amaç için yazılır. Onu yazanın varmak istediği bir hedef, ortaya koymak istediği bir değer, iletmek istediği bir mesaj mutlaka vardır, daha doğrusu öyle olmalıdır. Yoksa niçin yazılsın ki? Öte yandan, insanın görüp işittiklerini, yaşadıklarını not etmesi, yazıya dökmesi, onun hayatına ve şahsiyetine daha derin, daha anlamlı bir boyut da ekleyebilir. Söz gelimi, eğer yazdıklarıyla 'bu kubbede hoş bir sada' bırakabilirse, adı sonsuza kadar yaşar, gider. Bundan daha büyük saadet mi olur?