Günümüzde yaşanan sosyal ve politik gelişmelere bakılarak yazımızın başlığını 'abes' bulanlar çıkacaktır. Açık konuşmak gerekirse, belki de bunu söyleyenler haklı bile olabilir!

Fikriyatın en güçlü ideologlarından olan İbrahim Kafesoğlu, Türk – İslam sentezini; 'Türkün İslamda, İslamın Türkte bütünleşmesi' olarak tanımlamıştır. Bir başka yazısında ise 'Türk fiziği ile İslam ruhunun birleşmesi' biçiminde tarif yaptığını görüyoruz.

Eğer bu tanımlamaları muteber kabul edeceksek, son aylarda vücut bulan 'Siyasal İslamcı – Ülkücü' siyasal ve sosyal ittifakını Türk – İslam sentezinin zaferi olarak bile görmek pekala mümkündür.

1970'lerde Türk - İslam sentezi fikriyatının bir sosyokültürel ve siyasal teori olmadığını özellikle vurgulayanlar, bu olgu için '1200 yıllık yaşanmış tarihin geliştirdiği ve ispatladığı bir vakıa' diyorlardı.

Türk İslam sentezini en derinden inceleyen yabancı düşünürlerden Fransız asıllı Ettienne Copeaux da benzer biçimde 'Türk tarihini, Türkler ile İslamın buluşması eksenine oturtma' çabası olarak nitelendirmiştir.

1984'te ebediyete uğurladığımız Aydınlar Ocağı'nın kurucusu Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, bugün yaşasaydı, oluşan tablodan memnun olur muydu, yoksa ortaya attığı fikriyatın sonuçlarını görerek bazı izahatlar yapma ihtiyacı mı duyardı, orasını Allah bilir.

Lakin geldiğimiz nokta itibarıyla Türk-İslam sentezinin tek yanlı bir sosyal atmosfer yarattığını, bu atmosferde Türkçülük damarının güç kaybettiğini söyleyenler var. Buna karşın ümmetçilerin bu fikriyattan beslenerek güç edindikleri, sosyal ve siyasal hakimiyet tesis ettikleri ifade ediliyor.

Bu görüşte olanlar, 'Türk–İslam sentezini besleyen iki damardan birisi, nefes alamaz hale gelecek ve kuruyacak' diye endişelerini belirtiyor. 'Türkçülük damarı kurursa, bu sentez de sosyal ömrünü tamamlar.' diyorlar.

Benim fikrimi sorarsanız… Türk damarı köklüdür, öyle kolay kurumaz. Lakin bu damardan akan kan, yolda bir yerlerde sulandırılıyor sanki… 'Milliyetçilik' söylemde kısmen yükselen bir değer olmakla beraber, bürokraside atama yaparken, kamu imkanları dağıtılırken sadece kendisini 'eski ülkücü' tabir edenler, fırsat buluyor. Çizgisini değiştirmeyenler ya haksızlığa uğruyor ya da sadece 'vatan müdafaası söz konusu olduğunda' hatırlanıyor.

Kanaatim odur ki Türk–İslam sentezinin 1970'lerde öngörülen hedeflerine oturmasının ana şartı, Türkçü damarın deforme edilmeden yaşayabilmesidir.

HOLLANDATÜRKLERİ GELECEKTEN ENDİŞELİ

Geçen hafta sonu alevlenen Hollanda–Türkiye krizi, bu hafta içinde artçı şoklarla devam etti. Biz meseleyi Türk medyasından ve doğal olarak biraz kendi bakış açımızdan takip ediyoruz. Durum karşı cenahtan nasıl okunuyor diye öğrenmek için Hollanda'da yaşayan tanıdık genç bir Samsunlu hanımefendi ile görüştüm. Orada yaşayan bir Türkün gözlemleriyle durum Hollanda tarafından şöyle okunuyor:

Bir: Hollanda'da miting türü seçim toplantıları gibi bir gelenek yok… Siyasi çalışmalar küçük katılımlı salon toplantılarında ve daha çok da televizyonlardaki tartışma programlarında oluyor. Türk bakanların halka açık meydanlarda ya da büyük kapalı salonlarda miting türü seçim çalışması talepleri Hollanda makamlarında tam olarak doğru algılanamamış. Hollanda'daki görece sakin seçim atmosferi sürerken; bu süreci Türk usulü büyük mitinglerin gölgeleyeceğini düşünmüş olmalılar.

İKİ: Hollanda'da faşist görüşleri ile bilinen Wilders, son yıllarda oy oranını oldukça artırmış ve ikinci parti durumuna gelmiş durumda… Daha çok da Rutte liderliğindeki sağ görüşlü iktidardaki liberal partiden oy tırtıklıyor. Türkiye'deki referandum için yapılacak gösterişli toplantıların Hollanda'daki milliyetçi damarları kaynatıp Wilders'in ekmeğine yağ sürmesinden korkulmuş. İddialara bakılırsa sırf bu nedenle Türk makamlarına 15 Mart'taki seçimler sonrası referandum çalışmaları yapmaları rica edilmiş, ancak rivayet o ki karşılık bulmamış.

ÜÇ: Hollanda seçimlerinde Rutte'nin anketlerdeki oranların üstüne çıkması, başta Wilders olmak üzere diğer büyük partilerin beklenenden az oy alması, Türk bakanların miting ısrarına set çekilmesinin Hollandalı seçmenlerce onaylandığını gösteriyor. Bu işten Hollanda'daki mevcut hükümet kazançlı çıkmışa benziyor.

DÖRT: Hollanda'da ırkçıların hedefinde daha çok Faslı ya da Arap kökenliler varmış. Bunun nedeni de IŞİD'in(DEAŞ) daha çok Araplarla özdeşleşmesi, mülteci akımının adresinin Arap ülkeleri olması ve Türklerin Araplara oranla Hollanda toplumuna daha iyi adapte olması imiş. Ancak, kaynağımdan gelen bilgiler, bu gelişmelerin Hollandalılar arasında Türklere bakışı bir hayli bozduğu biçiminde… Çok sayıda Hollandalı, Türkiye tatillerini iptal etmeye başlamış… Türklere karşı önyargı duvarları kalınlaşmış.

BEŞ: Hollanda'daki Türklerin çoğunluğu Konya, Kayseri ve diğer iç Anadolu kentlerinden göç edenlerden imiş… Türkiye'deki son seçimlerde Hollanda Türklerinden yüzde 70 civarında sağ partilere oy çıkmış. Kaynağıma bakılırsa, olaylardan evvel referandumda az farkla evet öndeymiş, şimdi ise evet oyları on puan kadar tırmanmış. Ancak Türkler arasında artan huzursuzluğun kalan 30 gün içinde farklı bir tepki uyandırma olasılığı da bulunuyormuş.

ALTI: Hollanda Türkleri ve diğer ülkelerdeki gurbetçiler arasında gelecek endişesinin arttığı bir gerçek… Hollanda Türkleri geri dönmek istemiyor. Türkler, 'keşke bu olaylar yaşanmasa ve iki ülke ilişkileri tamir edilse' diyor.

YEDİ: İlginç biçimde Türkiye'de yüzde 70 sağ partilere oy veren Hollandalı Türkler, yaşadıkları ülkede son yapılan 15 Mart seçimlerinde neredeyse blok halde sosyalist – sol eğilimli partilere ya da kurucuları arasında Türklerin olduğu DENK partisine yüklendi. Bunda iki ülke arasındaki krizde Hollandalı sağcı partilerin tavırlarının da etkisi var kuşkusuz…

SEKİZ: Türkiye'nin AB ile arasında yaşadığı sorunlardan birinci derecede gurbetçiler etkileniyor… Artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşısında Avrupa Türklerini zor günler bekliyor. Türkiye, dış politikasını inşa ederken, bu gerçeği unutmaması lazım…