IŞİD belasının ortaya çıkmasıyla adını ve mezarının yerini
öğrendiğimiz Süleyman Şah kimilerine göre Osmanlının kurucusu Osman
Gazi’nin dedesi, kimilerine göre de Anadolu Selçuklu Devleti’nin
kurucusu Sultan Kılıçarslan’ın babası, Anadolu’nun ilk fatihi
Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tır. Hangisinin dedesi, hangisinin babası ve
hangisi olduğu çok da önemli değildir. Zira Osmanlı, Selçuklunun
ardılıdır ve ikisi de Türktür.
Osmanlı, bizdeki yaygın bilginin aksine, Türk kökeninin oldukça
şuurundadır ve o kökene hem yükseliş asırlarında hem de yıkılış
dönemlerinde son derece bağlıdır. Türklük vurgusu ve kökenin ihyası
özellikle Sultan II. Abdülhamit döneminde zirveye çıkar.
Sultan Abdülhamit Han, köklere saygı bağlamında sadece Süleyman Şah’ın
türbesini yaptırmaz; 1886’da Ertuğrul Gazi’nin türbesini de yeniden
yaptırır. Bir yıl sonra da karısının mezarını türbeye dönüştürür.
Osman Gazi’nin mezarı da babasının hemen yanı başında yeniden yapılır.
Ertuğrul Gazi’nin annesi Hayme Ana’nın gömülü olduğu mezarın üstüne de
padişahın özel bütçesinden bir türbe inşa ettirilir.
Doğu’da Kürtleşen ama Batı’da Türklüğünü olduğu gibi koruyan
Karakeçili Aşireti, Ertuğrul Gazi’nin aşiretidir ve Abdülhamit’in hassa
alayı Karakeçililerden müteşekkildir. Sarayı da bu hassa alayı
korurdu. Bunların zabiti Mehmet Efendi, bölüğe mensup bir arkadaşıyla
birlikte Sultan Hamid in yatak odası yanında yatardı. Sultan
Abdülhamit’in mabeyn başkatibi(şimdiki cumhurbaşkanlığı genel
sekreteri) Tahsin Paşa bunun önemini “Padişahın huzuruna girmek ve
daire-i hümayun civarına yaklaşmak ne gibi ahval ve şeraite tabi
olduğunu bilenler, yatak odası önünde nöbet beklemenin ne demek
olduğunu takdir ederler” diye açıklar. Sultan Abdülhamit Han, onlara
“Öz hemşehrilerim” diye hitap ederdi.
Ertuğrul Alayı sadece sarayın içinde değil dışarıdaki güvenlikte de en
önde ve ilk çemberdedir. Bir gözlemci Beşiktaş Sinan Paşa Camii ndeki
bir selamlık törenini şöyle anlatır: “Tek kelime Türkçe bilmeyen,
asker-polis olmayan, sultanın beyaz takkeli, mor poturlu Arnavut
devriyeleri, bizim çarşının üst kısmını doldurdu. Yine asker-polis
olmayan, Türkçe bilmeyen, kırmızı şalvarlı, yeşil sarıklı, sultanın
Arap devriyeleri de caddeyi doldurdular. Yalnız Türklerden oluşan ve
uzun boylu askerlerden seçilmiş sultanın muhafızları, göğüslerinde
imparatorluğun ihtişamlı nişanları olduğu halde geniş bir çember
meydana getirerek Arnavut ve Arap devriyelerin önünde yer aldılar.” Bu
gelenler Karakeçili Ertuğrul Alayı’dır.
Sultan İkinci Abdülhamit’in ilgisi, sadece Karakeçili Türküne
değildir. “Adana bölgesindeki bir Türk beyliği olan Ramazanoğulları
aşiretini de “saf Türk kanı taşıdıkları” için onurlandırır. Aşiretin
kadın reisi Emetullah Hatun’u İstanbul’a davet ederek, onun ve
mahiyetinin Yıldız Sarayı’nda en saygıdeğer konuklara gösterilen
muameleyle ağırlanmalarını sağlar.”
Tarih 22 Temmuz 1908. Sadaret mührü Avlonyalı Ferit Paşa’dan alınıp
Küçük Sait Paşa’ya veriliyor. Padişah’ın Tahsin Paşa ya söylediği şu
sözler önemli: Neme lazım benim Ferit Paşa, Sait Paşa; bunların biri
gitmiş ötekisi gelmiş, bunun hiç ehemmiyeti yok; bir hükümdar için
lazım olan şey memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanun-ı
Esasi nin ilanında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu,
Türkün menfaati mahfuz kalır mı burasını kestiremiyorum.
Bu sözlerden sadece iki gün sonra Kanun-ı Esasi yani 1876 Anayasası
yeniden yürürlüğe girecek, on yıl sonra da Osmanlı İmparatorluğu tarih
sahnesinden çekilecektir. Ne dersiniz; yeni bir anayasa
tartışmalarının yoğunlaştığı şu günlerde fikir ve siyaset dünyamızda
Sultan Abdülhamit’in tecrübesine ve hassasiyetine dünden daha fazla
ihtiyacımız yok mu?