Rotamız üç etaptan oluşuyor.
Ormanların içinde bir süre yükseldik.
Çam ağaçlarının bitimiyle çıktık açık bir alana.
Maşat düzü, üç tarafı ormanlarla çevrili yaylanın büyükbaş hayvanlarının otladığı yer. Birinci etapta biraz nefes alıp doğanın kartpostallık resimlerini kaydediyoruz.
Eğimin arttığı bu noktadan sonra yukarıya bakınca gözümüze çarpan kayalıklar. Buraya yayladaki koyun sürülerinin havanın uygun olduğunda çıkarıldığını Sercan'dan öğrenmiştik. Rotamızın ikinci durağı Ayıtaşı'ndaki kayalıklara mevsimsel sarıçiçeklerin arasında ulaşıyoruz.
Hedefimizdeki dağın heybetli görüntüsü artık karşımızda. Rüzgârdan korunaklı kayaların arasında Köşe yaylası ile Eriçok Dağının orta yerinde dinleniyoruz. Az sonra yayla görüş alanımız dışına çıkacağından, sesimizi duyacak, kırmızı tişörtümüzle ufuktan da olsa bizi kimse göremeyecek.
Varlığımızı olsa olsa ancak doğanın gerçek sahibi canlılar fark edecek.
Fiziksel gücün ötesinde psikolojinin de önem arz ettiği rotamız başlıyor.
Bizimkisi de iş yani; elimizde savunma aracı hiçbir şey almamışız. Ayşegül Hanım'ın tırmanışta tutunduğu sopadan başka. Ama vahşi hayvan açısından asla korkumuz yok.
Gündüz gözüyle hangi canlı bizi tehdit edebilir ki...
Biz onlardan onlar bizden korkuyorlar.
Yinede zirvelere çıkışta önlem şart. Nasıl bir riski göze aldığımızı bugünlerde daha fazla anlıyoruz. Ayıtaş'ındaki mola sonrasında parkurla ilgili belirgin yol veya güzergâh yok.
En büyük korkumuz havanın değişimiyle planların alt üst olması.
İrili ufaklı volkanik kayaların üzerinde kendimize yol yapıyoruz.
Bazen de üzerinde yürüdüğümüz derin otların altını kontrol ederek geçiyoruz.
İçimizdeki tatlı heyecan, amacı gerçekleştirme duygusu herhalde.
Bir anda Ayşegül Hanım'ın çığlığıyla 'İşte korktuğumuz başımıza mı geldi?' derken, otlara dikkatle bakınca yılanla karşılaşmış olabileceği aklıma geliyor. 'Kenan önümden kuş fırladı, otların arasında yumurtaları var' deyince rahatlıyorum.
Eriçok dağına ilerlerken heybetli görüntüsü açıkçası ürpertiyor insanı. Zirveye çıkarken dönüşte güzel bir ateş, Sercan'ın kara demliğindeki çayı düşünmek moralimizi artırıyor.
Birde üstümüze öyle yorgunluk çökmüş ki, adım attıkça sanki dağ bizden uzaklaşıyor.
Heyecanımız gittikçe artarken, dağın eteklerinde öylesine dikkatliyiz.
Eminim ki yeni sezonda Eriçok dağına çıkan ilk kişiler biz olacağız.
Yine de zirveye çıkış konusunda her şey garanti değil.
Ayşegül Hanım 'Benden bu kadar' der korkusuyla, temposuna ayak uyduruyorum. Allah korusun ufak bir düşme başımıza büyük sıkıntı açabilir, birimizin rahatsızlığı yürüyüşü akamete uğratabilir. Onun için genelde bu tür zirvelere gurup yürüyüşü önerilir.
Her şeye rağmen zirveyi bir kez daha göreceğimize inancımız tam.
Bir anda önüme çıkan kar kütlesi ve su kabına karları dolduruyorum.
Yorgunluk artıyor; kayalara tutunarak, eğilerek, bükülerek tırmanışımız sürüyor.
Tam zirvenin alt tarafında, zirveye belki elli metre kala gelen seslerle ürperiyoruz. Olağan ortamlarda bu ses önemsenmiyor ama inanılmaz dehşet verici...
Bulunduğumuz yerde tamamen savunmasız durumdayız.
Olası tehlikeye karşı yapacağımız hiçbir şey yok.
Kulaklarımızı tırmalayan o sesler zirveye çıkışımızı engelleyecek mi?
Buraya kadar harcanan emekler boşa mı çıkacak mı?
Bir anda değişen şartlar ne kadar tehlike arz ediyor?
Ayşegül Hanımdan 'İstersen sen çık, ben aşağıda bekliyorum' sözlerini duyuyorum.
İçimden 'Az daha gayret biraz daha dişini sıkabilirsin' diyorum.
Ürperti veren o sesleri sanki başımızın üstünde.
Eriçok Dağı 'Buraya kadar geldiniz geriye dönün mü diyor?'
Çıkışa beş dakikalık yolumuz var veya yok gibi.
Bu kadar emekten sonra zirveyi görmeden dönemeyiz.
Artık aklımıza gelenleri bile birbirimizle paylaşmıyoruz.
Yaşadıklarımız roman gibi ve köşemizi hayli aştık.
O tehlike neydi, neler yaşadık?
Bir sonraki yazımızda.