n

n
n Yaşadıklarım düşüncelerimin delili olsun diye kafamdaki şablona göre hizaya sokuyorum günlerimi, uzun zamandır. Bir süre sonra da prensiplerim haline geliyor, ister istemez. Arada sırada da prensiplerimi kontrol edip bir muhasebesini yapıyorum. Hayatla böyle geçinip gidiyoruz işte. Tabanımı, bizim toplumumuz gibi bir topluma dayadığım için dünyamı ve kurallarımı esnetmek zorunda kalıyorum, insan içine girdiğim zaman. Misafirlerim vardı geçenlerde, üstelik de yatılı. Benden yaşça büyük insanlar. Saygıda kusur etmeyelim diye onların hayat biçimine benzer bir dünyada misafir ettim evimde birkaç gün. Benim günlerce düğmesine dokunmadığım televizyona da gün doğdu tabi. Eee, ben de onlarla kahvaltıya oturunca mecburen bu gürültüden nasibimi aldım. Hem de cırıl cırıl…Yaşlı insanlar, kulakları duymuyor, gözleri görmüyor. İster istemez son ses açıyorlar, televizyonun dibine yapışıyorlar.
n
n Neyse efendim, bir sabah kahvaltılarını hazırladım, çaylarını önlerine getirdim, kendime de demli bir çay aldım. Misafirim zarif beyefendi, hemen kumandayı aldı. Gerçi sadece zorunlu ihtiyaçlarını gidermek için elinden bırakabiliyor. Bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan kanalları geziniyor. Sabah sabah haberleri izleyecek diye düşünüyorum. Kanal kanal geziyoruz, amaçsız. Önce bir moda yarışması… Kadınlar kıran kırana belli bir zaman dilimi içinde en şık kıyafetleri almaya çalışıyor. Yarışmacıya yarışmanın başında şeker gibi rengarenk zarflar uzatıyorlar. İçlerinden birini dualarla seçiyor. Alışveriş bölgesi belli oluyor, özel lüks bir minibüsle hızla oraya yönleniyor. O dükkan senin, bu dükkan benim. Beyefendi bir on, on beş dakika oraya takıldı. Neyse, sonra sıkıldı sanırım, kendini bir yemek programına attı. Kadınlar, öyle büyük bir gayretle yemek pişiriyor ki… Sanırsın Afrika’daki kıtlığa yemek hazırlıyor. Hepsi de hamur işi… Hamurlara çentik atılıyor, karnı yarık haline getiriliyor, içine peynir dolduruluyor. Yavaş yavaş karnı doymaya başlayan misafirim için cazibesini kaybettiğinden başka bir kanala akıyoruz. Bir magazin programı, kim kimi nerede bulmuş, kim kime ne demiş, kim kimi mahkemeye vermiş… Seyret, seyret bitmiyor. Kahvaltımız bitmeye yaklaşıyor. Kahvaltıdan memnun, televizyondan memnuniyetsiz misafir amca, kumandayı bırakıyor. Milli piyango çeker gibi bir de ben el atıyorum kumandaya, ne çıkarsa şansımıza diye. National Gography kanalına geliyorum, Meksikalı bir bilim adamının çırpınışlarını izliyorum. Son günlerde bolca söz edilen Mayalarla ilgili bir araştırma. Maya kaynaklarında adı geçen bölgeleri karış karış geziyor, bilimsel çalışmalara yenilerini ekliyor. Dünyanın hiç bilinmeyen tarihini ve insanların o dönemlerde nasıl yaşadıklarını ortaya döküyor. Yeraltı mağaralarındaki ritüeller, kaynaklarda adı geçen yerlerin gerçek boyutları… Misafirim, yüzünü kaldırıp bakmıyor bile. Sonra da söylenmeye başlıyor: “Görüyor musun, artık televizyonlarda hiçbir şey kalmadı.” Nezaketen yüzüne söyleyemiyorum; ama kalbimden geçen düşünceler yüzüme akın ediyor: “Nasıl yok yahu. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlamak için o kadar gezmeye görmeye gerek yok. Baksana, insanlığın büyük bir kısmı dış görünüşüyle ilgileniyor. Ekonomi, süs püs üzerine kurulu. Başka büyük bir çoğunluk da gayet müsrifçe yeme derdinde. Gelsin, et yemekleri, gelsin tatlılar. Afrika mafrika kimin umurunda… Zavallı bilim adamları da çırpını çırpını dursunlar bir köşede. Kimsenin onların yaptığı işi umursadığı yok. Zaten dünyanın kaçta kaçını oluşturuyorlar ki…”
n
n Öyle içimden bütün bunları sızım sızım anlatıyorum kendi zihnime. Yapılacak bir şey yok, bazen gerçek düşüncelerini söylemek nezaketsizlik sayılır.
n
n
n
n ULTREYA…
n