İnsan kendi güzelliğinden kaçar mı? Kaçar. Hem de arkasına bakmadan yüzlerce, binlerce kilometre hızla… Kendi içimizden kaçarak işimize , aşka ve arkadaşlarımıza sığınırız. Bunlar bizi öyle uğraştırır ve öylesine yorar ki bir bahanemiz olur: Öylesine yorgunum ki gözlerimde fer, ayaklarımda takat kalmadı. O ayaklar ki bizi kendi içimize taşır, o gözler ki bize kendi içimizin bin bir rengini sunar. Bunları elimizin tersiyle şöyle bir iteriz. Kutsal tarafımızın sunduğu ışığın, içinde bulunmaya alıştığımız karanlıkları paramparça etmesinden korkar ve aslımıza avdet edemeyiz. Gönlümüzün içinde yer alan o asıl, biz ondan uzaklaştıkça daha da koparır iplerini içimizle. Bir gün bir de bakarsınız bir köşede sahipsiz öylece duruyorsunuz. İçinizde Bana yönel, beni bul. diyen ses kalmamış. Başka gürültülerin peşine takılarak tükettiğiniz hayat sizi yerden yere çarptıkça o sesin fısıltısı kulaklarınızdan silinip gider.
Peki neden korkarız kendi içimizden, kendi aydınlığımızdan? Karanlıklarımızın ışığa gömülmesi neden ürkütür bizi? Ruhumuzun gözleriyle karşılaşmak neden ödümüzü patlatır? Yanıtı çok basit aslında. Kendimizi değersiz, kendimiz dışındaki her şeyi daha değerli buluruz da ondan. Bu düşüncenin hamuru diğer insanlar tarafından yıllarca içimizde yoğrula yoğrula suyunu kaybederek sertleşir, bir taş halini alır. Kendimize inancımızı kaybederiz. O yüzdendir gençlerimizin üniversite çağında bile kendi düşüncelerini açıklarken pes perdeden konuşması. O yüzdendir dünya güzeli bir kadının aynaya baktığında kendini çirkin sanması. O yüzdendir içinde binlerce cevher taşıyan, sanatçı ruhlu bir yaratma uzmanının bunu binlerce kilometre derinlere gömmesi. O yüzdendir sevgilinin karşısına geçtiğimizde: Sen benden de önce varsın, çiğne bütün varlığımı, ez geç ruhumun üzerinden. diyerek onu hayatımızın merkezi, kendimizi de onun oyuncağı haline getirmemiz. O yüzdendir kendimizi yıllarca başarıya değil de başarısızlığa inandırışımız. Ve yavaş yavaş içimizle aramız açılır, kim olduğumuzu unuturuz. Ta ki o son perde oynana kadar. Ölüm meleğinin nefesini omuzlarımızda hissettiğimizde son bir çabayla düşünürüz: Ben aslında kimim ve bu ömrü kim olarak yaşadım? Hesap verilmesi en zor olan insana kendimize hesap vermeye başlarız. İçimizdeki tüm güzellikler volkan olur patlar bize inat. Son anda dışarı çıkmaya çalışır. Ölüme direniş de işte bu noktada başlar. Kendini yaşamayanlar, kendi güzelliklerini yakıp yok etmeyenler ölüm meleğini dost bir yüz gibi karşılarlar. Diğerleri direnirler, kendilerine son bir kez sarılmak için. Ama ne yazık ki bu noktada böyle bir şey yapılamaz.
İçiniz ürperdi değil mi Kayıp Kıtalılar. Neyse neyse... Korkmayın. Biz biliyoruz ki Bir Kayıp Kıtalı önce kendini görür ve bilir. Sımsıkı kucaklar kendi özünü. Kendinizle kalın...
Ultreya...